Ortadoğu'dan Başlıklar

Bazılarının doğru veya eğri, Arap baharı olarak adlandırdıkları süreç, herkesi hazırlıksız yakaladı. Liderlerin, ülkelerinin girmiş olduğu karmaşadan nasıl sıyrılacakları, sıyrılacaklarsa işi ne kadar hasarla bitirecekleri, yok eğer sıyrılamayacaklarsa, durum dengeye oturduğunda, kimin iktidar olacağı tam bir muamma.

Marsel RUSSO Perspektif
22 Haziran 2011 Çarşamba

Dolayısı ile bu aşamada bekle ve gör politikası izlenecek en doğru yol gibi duruyor

 

Mısırlıların yarısından fazlası İsrail ile imzalanmış barış anlaşmasının iptal edilmesini istiyor

Amerikalı bir araştırma şirketi tarafından Mısır’da yapılan anket sonucu, İsrail Başbakanı Menahem Begin ve Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat’a Nobel Barış Ödülü’nü getiren 1979 tarihli Camp David Anlaşması’nın iptali, katılanların yarısından fazlası tarafından talep edilmiş durumda. Seneler boyunca, gündelik hayata geçirilmesi İsrail halkı tarafından desteklenmiş bu anlaşmaya, Mübarek’in iktidarı devretmesinden sonra, Mısır halkının oluru yüzde 36 olarak kayda geçmiş durumda.

1000 kişi ile karşı karşıya görüşmeler yolu ile yapılan anket, bu olumsuz eğilimin ekonomik güçten ve eğitimden bağımsız olduğunu ortaya koyuyor. Zengin sayılabileceklerin yüzde 45, lise eğitimini bitirmiş olanların yüzde 40 kadarı barışa hayır mesajını veriyor.

İsrail halkının aksine Mısır halkının Sedat’ın barış anlaşması imzalamasını o zamanlardan beri desteklemediği esasında yeni bir durum değil. Ne Sedat, ne de suikasta kurban gitmesinden sonra yerine gelen ve geçtiğimiz Şubat ayına dek Mısır’ı kendi tasarrufu ile idare eden Mübarek’in, bu konuda sokakların sesini dinlemediği açık. Önümüzdeki Eylül ayında sandığa gidecek ülkede iktidara gelecek hükümetin nasıl bir tavır takınacağı önemli.

Seçim esnasında iktidar arayışı içinde olacak partilerden biri El-Karama Partisi. Ha’aretz’in haberine göre, hükümet olması halinde partinin öncelikli işi Camp David Anlaşması’nın maddeleri hükümsüz kılmak olacak. Parti yetkilisi Emin İskender’in bir Mısır gazetesine verdiği beyanata göre, böylesi bir barış Mısır’ın çıkarları ile örtüşmüyor. İskender, “Bizle dost olmak isteyenlerle dost, düşman olmak isteyenlerle de düşman oluruz” diyerek, İsrail’i hasım ilan ediyor.

Son tahlilde, İsrail’in barış ama Mısır’ın sanki ateşkes olarak algıladığı bu sürecin devamı bölgede dengelerin alabora olmaması açısından gerekli. Unutmamak gerekir ki, benzer bir durum da İsrail ile Ürdün arasında var. Ürdün, Mısır’ın aksine, İsrail – Filistin sorununda alçak bir profil çizmeyi değişmez bir politika halinde uyguluyor. Kral Hüseyin’in Kara Eylül sürecinde Filistin Kurtuluş Örgütünü kanlı bir şekilde ülkesi sınırları dışına attığından bu yana, bu siyasette değişen bir şey yok. Hüseyin’den sonra yerine gelen II. Abdullah da, babasının izinden gidiyor ve Suriye’de Beşir Esad’ın düştüğü hataya – şimdilik – düşmüyor gibi duruyor.

Gerçi son günlerde Ürdün’de de göstericilerin güvenlik güçleri ile çatışmaya girdiği haberleri yayılıyor. Atılan sloganlar, fırlatılan taşlar Ortadoğu’nun dengeyi henüz tam da yitirmemiş bu ülkesinde de bazı şeylerin pamuk ipliğine bağlı olduğu izlenimini vermiyor değil. Popüler Halk Hareketi üyeleri Kral Abdullah’ın temsilcilerini kabul etmemesini protesto amacı ile bir dizi gösteri düzenlediklerini ifade ediyorlar.

Ürdün hükümeti ise, kesinlikle şaşırılmayacak şekilde olayları bir avuç gencin Kral ile el sıkışmak istemesi esnasında olup biten bir gerilimden ibaret olduğunu söylüyor ve krala karşı gösteriler olduğunu kesin bir dille yalanlıyor. Bir saray görevlisinin belirttiği gibi, “Olay bir jest girişimiydi, bir saldırı değil…”

Bu arada Kral Abdullah’ın bir dizi siyasi reformu hayata geçireceğini ve bir seçim sistemini devreye sokacağını söylediği belirtiliyor. Gerçi bunun için bir tarih verilmiş değil, ancak siyasi gözlemciler, Ürdün’de monarşinin ilk kez kendi iktidar gücünü bir nebze de olsa devredecek olmasının önemine işaret ediyorlar. Kral II. Abdullah 1999 yılında tahta geçtiğinde, Britanya’daki gibi parlamenter bir monarşiden söz etmiş, böylesi bir idareyi düşündüğünün işaretlerini vermişti. Ancak aradan geçen seneler statükonun değişmediğini gösterdi.

Suriye’de eldivenler çıkarıldı: Esad kendi halkı ile savaşa gidiyor…

Son günlerde durum öylesi bir hal aldı ki, yakında çok ciddi bir mülteci sorunu ile karşı karşıya kalınacak. Nitekim askeri birliklerin tehdidinden kaçan binlerce Suriyeli Türkiye’ye sığınmış durumda. Mülteci kampları bir kez daha kuruluyor, etrafı tellerle çevriliyor. Bu yetmiyor, dünya ile – eş deyişle gazetecilerle – temaslarının kesilmesi için, mültecilerin tam tecridi başlıyor; kampların etrafında bu kez brandalar geriliyor… 

Başkan Esad ve çevresindeki bürokratik elit ile ordu halkı tamamen karşılarına almış durumdalar. Bu onlar için hızla, bir ölüm kalım savaşına dönüşüyor. Babası Hafız Esad, 1982 yılında Hama’daki ayaklanmayı kanlı bir şekilde bastırmıştı. Şimdi kendi de aynı taktiği izliyor. Uluslararası camianın baskılarına rağmen demir yumruk siyasetine devam ediyor. Hem Başkan Obama hem de Avrupa Birliği, yaptıkları çağrılarda Esad’a, durumu geri dönülemez bir noktaya getirmemesi konusunda telkinlerde bulunmuşlardı. Ancak bugün itibarı ile durum yakında kontrolden çıkma tehlikesini gösteriyor. Her geçen gün, saldırılar, ölümler, tutuklamalar artıyor.

Defalarca Başkan Esad ile özel ilişkileri olduğunu ifade eden Başbakan Erdoğan’ın bu duruma tepkisinde de artık bir değişim söz konusu.  Suriye güvenlik güçlerinin kendi halkına olan sert davranışlarına neredeyse ses çıkarmama noktasında bulunması dünya kamuoyunun dikkatinden kaçmazken, 12 Haziran seçimleri ertesinde, Esad’a karşı sertleşmesi ve yaşanan insanlık dramına Türkiye’nin seyirci kalmayacağını vurgulaması, bu değişimin içeriği…

Suriye yönetiminin kendi halkı ile neredeyse deklare edilmemiş bir savaşa angaje olmuş bir izlenim vermesi iki ülke arasındaki balayını sona erdirmiş durumda. İşte tam da bu sırada Başkan Esad’ın elçisi Hasan Türkmeni görüşmeler yapmak üzere Ankara’ya geliyor. Esad’ın Başbakan Erdoğan’ın demokratikleşme telkinlerini dikkate almamış olması iki dostu karşı karşıya getirdiği gibi, ülkeler arası ilişkileri olumsuz etkiliyor.

Suriye’de İçişleri Bakanlığı rejime baş kaldıranların darbe yapma peşinde olan radikal İslami gruplar olduğunu ifade ediyor ve güvenlik güçlerine onları durdurma emrinin verildiğini teyit ediyor. Ordunun yönetimin arkasında olduğu biliniyor. Başkanlık Muhafız bölüğü ile bizzat Esad’ın kardeşi tarafından idare edilen 4. Ordu grubu işin peşini bırakmayacak gibi. Gerçi askerin kendi halkını nereye kadar karşısına alacağı da meçhul. Orduda çözülme olması durumunda Esad’ın işi daha da zorlaşacaktır kuşkusuz. Arada, Ba’as Partisi’nin de durum hakkında çekince belirtmediğini not etmekte fayda var. Şu ana dek birkaç milletvekili ile birkaç yerel idarecinin istifa ettikleri biliniyor. Eş deyişle, yönetim kadrolarından Esad’a dur diyecek kimse çıkmadı şu ana dek. Böylesi bir yapı içinde de lidere karşı çıkmanın maliyeti çok yüksek olsa gerek.

Suriye’deki hareketlenmeleri yakından izleyen bir ülke de İran. Esad’ın konumunu sürdürmede karşılaşacağı başarısızlık Tahran’ı yakından ilgilendirmekte. Suriye her zaman İran için yakın bir müttefik olmuş, bölgede Hizbullah ve Hamas’ın desteklenmesi konusunda yakın bir işbirliği geliştirmişlerdi. Suriye’de olası bir değişiklik, Suni çoğunluğun siyasi erki elde etmesi, hem İran devrimi açısından sıkıntılı bir durumu ifade edecek, hem de İsrail’e karşı kurulan oyun değişik bir platforma taşınacaktır.

İsrail için de durum kaygılı… Bildiğin kötü bilmediğin iyiden iyidir. Hafız Esad ve onun siyasetini benzer şekilde sürdürdüğü son tahlilde ortaya çıkan oğlu Beşir Esad’ın talepleri ve manevra sahaları İsrail tarafından biliniyor olsa gerek. Çok kısa bir zaman öncesine kadar Türkiye’nin arabuluculuğu ile barış görüşmelerine başlayan taraflar arasında zaten kopmuş olan dolaylı diyalog süreci, şimdilerde geriye dönüşü zor bir şekilde baltalanmış bir görüntü arz ediyor. Suriye’de taşlar yerli yerine oturmadan da, dolaylı da olsa görüşmeleri hayal etmek bile olanaksız.

Lider yönetimleri ile barış olur mu?

Bu aşamada, Mısır ve Suriye örnekleri lider yönetimleri ile anlaşma yapılamayacağını gösteriyor. Bunu yalnız, kurulduğu günden beri bölgede bir ada konumunu yitirmeyen İsrail değil, Türkiye dahil her ülke, şu veya bu şekilde hissediyor. Gerçi İsrail’in hissettiği, sınır güvenliği ve var oluşu ile ilgili. Türkiye’ninki ise daha çok diplomatik, siyasi ve ekonomik.

Bazılarının doğru veya eğri, Arap baharı olarak adlandırdıkları süreç, Türkiye’yi her anlamda hazırlıksız yakaladı. Libya gibi büyük bir pazarı kaybetti… Daha birkaç ay önce vize anlaşması imzalayarak neredeyse sınırlarını açtığı Suriye’yi de aynı şekilde kaybediyor. En azından günlük yaşantı noktasında, mülteci konusunda sıkıntılar olacağı kuvvetle olası.

Muhtemelen Başbakan Erdoğan’ın, başlarda, Libya’da Kaddafi’ye ve Suriye’de Esad’a fazla yüklenmemesinin ya da yüklenememesinin altında bu yatıyor.

Şimdilerde bu iki ülkede işler hala çok karışık. Liderlerin, ülkelerinin girmiş olduğu karmaşadan nasıl sıyrılacakları, sıyrılacaklarsa işi ne kadar hasarla bitirecekleri, yok eğer sıyrılamayacaklarsa, durum dengeye oturduğunda, kimin iktidar olacağı tam bir muamma. Dolayısı ile bu aşamada bekle ve gör politikası izlenecek en doğru yol gibi duruyor.

Ürdün Kralı: Ortadoğu’daki fırtına İsrail-Filistin görüşmelerini engellememeli.

Geçtiğimiz haftalar El Fetih ile Hamas’ın anlaşmasına tanık oldu. Ancak Hamas halen İsrail’i tanımayacağını ve varlığını sorgulamaya devam edeceğini ifade ediyor. Bir adım öte, El Fetih ile kurması beklenen koalisyonun oluşmasında zorluklar çıkardığı medyaya yansıyor. Buna paralel, geçtiğimiz ay Başkan Obama’nın, ne şekilde değerlendirilmesi gerektiği İsrail kamuoyu tarafından uzun bir süre tartışılacak olan 1967 sınırları ile ilgili sözleri, bu ülkede etrafı toz duman etti.

İşte bu atmosferde Kral II. Abdullah kendisini ziyarete gelen bir grup Amerikalı parlamenteri kabulünde, İsrail’in Filistin ile olan görüşmelerine devam etmesinin ve bölgede bir Filistin Devleti’nin kurulmasının önemine değinmesini, atlamamak gerek. Amerika’nın bölgede sadık bir müttefiki olan II. Abdullah’ın Obama’nın görüşünü paylaşması doğal. Başkan’ın belirttiği de zaten buydu: “Bölgede gitgide sert esen rüzgârlar bir İsrail – Filistin barışını ivedi olarak gerekli kılıyor…”

Görüşmelerin geçen Eylül’de İsrail’in Kudüs ve Batı Şeria’da inşaat yasağını kaldırmasından sonra kesildiğini not etmek gerek. Filistinliler, yasak yeniden konana dek müzakerelere dönmeyeceklerini bildirmiş durumdalar.

II. Abdullah Washington Post’a verdiği beyanatta ise İsrail’i böylesi bir barışı istemediği tespitinde bulunuyor. “Onlar iki devletli çözümü tasvip etmiyorlar, istemiyorlar. Onlar Arap alemi ile barış yapmak arzusunda değiller…” Abdullah İsrail’de yapılan kamuoyu araştırmalarına atıfta bulunarak halkın yüzde 85’inin 1967 sınırlarına dönmek istemediğinin altını çiziyor. (Ha’aretz 16.06.2011)

Aslında bu İsrail – Filistin konusu bitmeyen bir hikâye…

Yüz yılı aşan bir süredir bölge insanları birbirleri ile çatışma halindeler. Anlaşmazlığın başladığı günlerde, kimse bu toprakların bölgenin, hatta dünyanın istikrarsızlığının önemli kaynaklarından biri olacağını öngörmüyordu. Kaynağında çözülmesi çok daha kolay ve az maliyetli olacak birçok sorun gibi bu da “çözümsüzlüğün çözüm” olduğu bir noktaya taşındı yavaşça. Ve bugün gelinen noktada, birbirine artık güvenmeyen, birbirini artık tanımayan, hiçbir şeyi paylaşmayan nesillerin bu problemler yumağını açması bekleniyor. Ancak kimse, her anlamda birbirine bu denli yabancılaşan toplumların bunu nasıl başaracağını söylemiyor, en ufak bir ipucu dahi vermiyor. Özellikle de bölge içinden geçmekte olduğu değişimi sindirememişken…