Arzulayıp izlemekle özleye durmak arasında ezilmiş büzülmüş kalmak…

Köşe Yazısı
13 Nisan 2011 Çarşamba

Jose V.ÇİPRUT


“Arap halklarının demokrasi özlemi…” başlıklı yazılara rastladığımda beni bir düşüncedir alır: Bu güncel konuda “özlem” tabirinin kullanımının cömertlikle mi, bilgisizlik, lügat kifayetsizliği, zihin tembelliği, yoksa tefrik kabiliyetsizliğiyle mi, düşünülüp kaleme alınmış olduğunu sorarım kendimden. Saygıdeğer denilebilir gazetelerde okuyucuların gözlerinden sessizce süzdürülüp, boğazlarından aşağıya usulca kakılıp, masumlarca ve savruklarca soruşturmaksızın massedilmesinin becerilebildiğindeyse, bu tür ucuz terimlerin kurgucunun tasvip ve teşvikiyle de mi gezindiklerini merak ederim. Müzmin vurdumduymazlıktan muzdarip bir ortamın kundakçı hoşgörürlüğünün desteğiyle, münasip bir cehaletin çoktan müesseseleşmiş aldırmazlığının mümkün kıldığı kolektif bir uyuşukluğun marifetiyle bunların tabiî addedilebildiklerinden kuşkulandığım anlardaysa şüphemi giderecek tasrihi bulamam.

Milletlerin bir şeyi özlemeleri için o şeyi tanımış, tatmış, sevmiş, benimsemiş olmaları gerekir. Bilinmemiş şey özlenemez. Toplumların bir şeyi arzulamaları içinse, o şeyin ne pahasına olursa olsun, bir an evvel, tekrar ele geçirilmesini isteyecek kadar yakından tanınmış olmasına; ancak sonra arzulanabilir addedilebilmesine, lüzum yoktur. Yeter ki hayran kalınan (kıskanılan) uygarlık, tanınmamış bir “şey”e kıymet verirmiş görünsün: derhal, bilinmedik neden ve yöntemlerle kendinden daha da yüksek “kudrete erişmiş”, daha da “ileri gitmiş” olduğu -- alenen değilse, için için -- itiraf edilebilen bu Diğerin somut telâkki edilen “üstünlüğü” o “şey”e mıhlanılabilir. Ama o şey “başka” şeymiş, fark etmez; o “şey”den mutlaka tatmak hayale yöneltir kimilerini aylak günlerinde. Çoğu toplumda rekabet, kin, nefret, cürüm, hatta harp… çapraşık senaryolarla, bu basit kaynaklardan doğabilir. Tarih boyunca bu tür hadım hırs ve hevesi cemiî seviyede bastırmanın -- Tanrı’ya dönmek, Marks’a inanmak dahil, masumca olsun veya olmasın -- türlü çareleri aranılmış, çeşit çeşit “eşitlikler” ütopik zaman ve yerlerde tecrübe edilebilmişlerse de, ne sınırsız ne de sonsuz tüketime arz edilebilmişlerdir. İkinci Dünya Harbi sonrası Almanya ile Japonya’nın “demokrasi” anlayışları, bu nedenle de, bir sayılamazlar. Biri, bir süre aldatıp ihanet ettiği ‘sevgilisini’ içinin derinlerinden özlemiş, tekrar kavuşunca tövbe edip bu sefer sadık kalmış, daha da çok sevmiştir. Ötekiyse tanımadığı bireyle yıldırım nikâhına girişmiş, ilişkiden doğan ‘bebeğe’ mümkün en insancıl şekilde bakarak kendini diğerine sevdirmeye çalışmış, zamanla muhitinin takdirini kazanıp dünyada arzu ettiği mevkie, ketüm kalmış Çin’in ağzını sulandıran bir izlemle, erişip yerleşebilmiştir.

Hıristiyan kültürünün 2011 yılının Şubat ayında sevgi günü olarak kutladığı San Valentin’i, İslam takvimininse 12 Rabi-ul-Awwal’da Hazret-i Muhammed’in doğum tarihi, Milad un Nabi’yi içinde barındıran ümit verici bir zamanda, genellikle Yakın Şark’ta, belirlilikle Arap aleminde doğmuş, bugün aynı ısrar ve istikrarla ses veren ayaklanmalar ne özleme izlenilebilir, ne özentiye atfedilebilir, ne de sadece din, mezhep, ırk, millet, lisan veya coğrafyayla izah edilebilir olaylardır kanımca. Bugün şahidi olduğumuz kalkınmalar insanoğlunun (ve kızının) “artık yeter!” tezahürüyle galeyana gelip hürriyete, vakara ve… hayata – bunların uğruna ölmek pahasına – duyduğu anî ve derin susamanın çoktandır susuzluktan ağzı kurumuşlara, kuru dudakları çatlamışlara, verdiği iştiyakla meydana gelen, kökleri tarihte, gözleri ufuklarda bulunabilir beşerî çağırılardır bence. Bu çağırılara yardım eli uzatmamak, bilinmemiş özlemle tanınmamış izlem arasında bocalayarak asırlardır ezilip büzülmüş, yaşamlarına mana ve direget verecek müesseseleri kuracak özerk azmi aramamış, bulamamış, biçarelerin acil yardımına koşmamak ahlâksal kavramda suç, dinsel anlamdaysa günahtır der, bu yönde baştan beri açıklanmış konumu için Türkiyem’den iftihar ederim.

“Ormanda bir ağaç devrilse, etrafta bunu işitecek kimse olmasa, düşen ağaç gürültü yapar mı…?” Yoğun işsizliğin, yoksuzluğun, yolsuzluğun ve hürriyetsizliğin ışın geçirmediği umutsuzluk ormanında, diğer Cumalardan farksız bulutlu bir gün, Tunus’un renksiz bir köşesinde, Muhammed Buazizi(1) sessizce kendini devirdi. Bu suskun devrilişin figanı Arap gecelerini yırttı; dünyayı sarstı, insanlığa yeni bir şans daha verdi. 

(1) Bir kadın polisin ve yardımcılarının zar zor geçimini sağladığı teraziyi haczedip kendisini alenen tokatlamasının, ve terazisinin iadesinin mercilerce tekrar tekrar reddinin yarattığı umutsuzluğa dayanamayarak güçlük ve engel dolu hayatına kendini petrolle yakaraktan son veren bu genç, çalışkan, fakat belge alamayacak kadar fakir, işportacı 29 Mart 2011 tarihinde 27 yaşına erişecekti.