/Bu İLİŞKİLER’in neresi TEHLİKELİ?

Erdoğan MİTRANİ
6 Nisan 2011 Çarşamba

1741-1803 yılları arasında yaşamış olan, Fransız ordusunda general ve amatör romancı Pierre Ambroise François Choderlos de Laclos’nun en tanınmış eseri “Les Liaisons Dangereuses”ün 1782 tarihinde yayınlanışı büyük bir edebi skandal yaratmış, döneminin aristokrasisinin bu sert ve acımasız eleştirisi, rezil ve utanç verici olarak nitelendirilerek yazarı  Marquis de Sade  ile karşılaştırılmıştı. Hatta rivayete göre, Kraliçe Marie-Antoinette kendi özel kitaplığı için romanın bir kopyasını ısmarladığında bu kitabı okuduğunun bilinmemesi için cildinin kapağına hiçbir yazı konmamasını emretmişti.

Laclos’nun romanı, Fransız Devrimi öncesi Ancient Régime’in dekadansını ve sapkınlığını Marquise de Merteuil ve Vicomte de Valmont ikilisinin  üzerinden anlatır.

Cinselliği insanları baştan çıkarmak, intikam almak, haset duygularını tatmin etmek ya da sadece diğerlerini aşağılamak ve küçük düşürmek için kullanmaktan çekinmeyen bu iki rakibin -ve eski sevgili-nin oynadığı zalim oyunların kurbanlarının yaşamını mahvetmesi, bu ikiliyi tedirgin edeceğine, oyunun kuralı ve eğlencenin en büyük bölümü olarak keyifle karşılanır.

220 küsur yıl sonra bile bu ilişkilerin günümüz insanını etkilemesinin sebebi nedir? Nedendir bu İlişkilerin Tehlikesi? Madame de Merteuil ve Valmont’un tuzağına düşüp mahvolmakta mı? Her türlü duygunun ve tutkunun dalaverecilerin elinde bir pazarlama ve baştan çıkarma aracına dönüşmesinde mi? Yoksa asıl tehlike Valmont’un oyununu oynarken kendi tuzağına düşüp aşk gibi, sevgi gibi insancıl duygulara kapılmasında mı?

21. yüzyıl izleyicisinin ilgisini ayakta tutan da geçmişlerde kalmış bir dönemin iki yüzlülüğü ve kokuşmuşluğu değil, yazarın o dönemi anlatırken, bilinçli ya da bilinçsiz, kendi içimizdeki bastırılmış kötücül duygulara ve ahlâksızlığa bir ayna tutmuş olmasıdır ki, bu yönüyle rezil ve utanç verici olan Laclos’nun öyküsü değil, öykünün bizi çıkaracağı bilinç altı yolculuğunda karşılaşacaklarımızdır.

İşte Şehir Tiyatroları’nın Makedon yönetmen Aleksandar Popovski’ye emanet ettiği ve İngilizyazar-yönetmen Christopher Hampton’un 1985’de Royal Shakespeare Company için yazmış olduğu uyarlama, henüz oyun başlamadan, daha salona girerken izleyiciye bu aynayı tutuyor.

Perde yerine tüm sahneyi kapatan üç parçalı dev bir ayna var karşımızda. Kendi düşey orta ekseni etrafında dönebilen bu üç adet çift taraflı ayna, oyun boyunca sahneye benzersiz bir derinlik sağlıyor ve kimi zaman boş, kimi zaman da barkovizyon görüntüleriyle durmadan değişen fon bir yandan (dönem giysilerine rağmen ve kullanılan çağcıl müziğin de katkısıyla) öykünün zamansızlığını vurgularken, bir yandan da tüm farklı mekânları oluşturuyor.

Oyun başlar başlamaz izleyici yönetmenin pek çok parlak buluşu ile etkileniyor. Ayna efekti oyuncuları  ikiye üçe katlıyor ve karaktelerin gerçeği ile kopyaları birbirine karışarak

oyuna sürreel, neredeyse fantastik bir boyut kazandırıyor.

Sayısız uyarlaması olan romanın, iki aristokrat arasında gidip gelen 175 mektuba dayanan roman épistolaire (mektup-roman) formatına ilk kez bu derecede saygılı bir yorumla karşılaşıyoruz. Oyun, temposundan hiç ödün vermeden, e-mail, msn, facebook derken artık unutulmuşlar arasına giren mektuplaşma olgusunu hiç göz ardı etmiyor. “Büyük kurban” Madame de Tourvel’in oyunun kilit noktalarından biri olan mektubu yere göğe yazdığı sahne ise çok etkileyici.

Ne yazık ki biçimsellikteki bu başarı içeriğe yansımıyor. Modernleştirme amacıyla dönemin genellikle biçimselliği ve özellikle reveransları karikatür seviyesinde abartılarak yergi parodiye dönüşüyor ve kimi sahneler bir erken dönem Yeşilçam Filminin “nayır-nolamaz” tarzında oynanıyor. Böylece olayın ahlaksızlık ve pislik boyutları iyice geri çekilerek neredeyse komik boyutlara indirgeniyor ve bir anlamda püriten Şehir Tiyatroları anlayışına uygun olarak arındırılıp temizlenerek Tehlikeli İlişkiler,Tehlikesizleşmiş İlişkiler’e dönüşüyor. (Ve tabii ki geleneksel dışındaki bütün yenilikçi yorumları inatla dışlayan Afife Jale Ödüllerinde beş adaylık kazanıyor)

Ben yönetmen Popovski’ninSovyet Rusya’da doğup büyümüş olmasının da böyle bir yoruma etkisi olabileceği kanısındayım. Marksist Felsefenin Ateist boyutu sadece Tanrı kavramını değil, Tanrısal  inancı ve dolayısıyla Hıristiyanlığın temelinde yatan “ilk günah” kavramını da reddeder. Cinselliğin yeme içme kadar doğal karşılandığı Sovyet ortamında yetişen Popvski’ye cinselliğin bir silah olarak kullanılması belki de  gülünç gelmiş olabilir. Her neyse ben, bu arındırılmış ve gülünç yorumun Tehlikeli İlşkiler’e büyük bir haksızlık olduğunu düşünenlerdenim.

Gelelim oyunculuklara. Burada, istesem de istemesem de, romanın çok etkileyici iki sinema uyarlaması ile karşılaştırma yapmamak mümkün değil. Tehlikeli İlşkiler, neredeyse tümüyle bir ‘miscasting /yanlış oyuncu kullanımı’ kurbanı.

Yaşlı hala Mademoiselle de Rosamonde’da yılların oyuncusu Tomris İncer ve oyunun gerçekten trajik kahramanı Madame de Tourvel’de Selin İşcan hariç bütün diğer oyuncuların yanlış seçildiği kanısındayım. Selin İşcan’ı Stephen Frears uyarlamasının olağanüstü Michelle Pfeiffer’ı  ile karşılaştırmak haksızlık olur ama en azından Roger Vadim’in 1959 yapımı filminin Annette Vadim’inden çok daha akılda kalıcı.

Gerek Jeanne Moreau’nun, gerek Glenn Close’un o soğukkanlı entrikacı yorumlarında neredeyse yüzlerine vuran kötücüllüğün karanlık parıltısını en önde oturmama ve iyi bir oyuncu olmasına karşın Şebnem Köstem’in yorumunda bulamadım. Erkek egemen toplumda bir kadın olarak ancak böyle savaşılabileceğini savunan erken feminist bakış açısı da  (en azından bu oyunda) bana çok ters geldi.

Levent Üzümcü’nün Valmont olarak seçilmesinin bu genç oyuncuya büyük bir haksızlık olduğu kanısındayım. Boylu poslu, yakışıklı, iyi oyuncu ve de Avrupa Yakası sayesinde ünlü olunabilir. Ama Valmont, herkesin nefret ettiği ama uzak duramadığı, vahşi kediler gibi hipnotizma edilmişçesine ona yem olmaya hazır olunan biri. Henüz  karizma kelimesi sözlüklere girmeden cinsel çekiciliğin ve karizmanın tarifi olabilecek bir karakter. İki efsane oyuncu Gérard Philippe ve John Malkovich sadece müthiş oyunculukları ile değil, işte bu çekiciliklerini kullanmalarıyla olağanüstü birer Valmont olmuşlardı. Üzümcü ise genç, mazbut iki çocuklu aile babası tavrı ile bırakın feleğin çemberinden geçmiş bir Marquise de Merteuil’i ya da İncilinin dışında bir dünyanın parıltısıyla gözleri kamaşan Madame de Tourvel’i, gencecik ama uyanık Cécile Volanges’ı bile baştan çıkaracakmış gibi durmuyor. 

Netice?  Yine de gidin görün derim. Görselliğinden çok etkileneceğinizi garanti ederim. Yoruma gelince… Belli olmaz. Belki siz de benim gibi bu görkemli prodüksiyonun yarım kalmış başarısına üzülürsünüz; ya da iyi kötü her türlü yorumu ayakta alkışlama modasına uyup siz de ayakta alkışlarsınız; ya daaa… Yanımdaki beyefendi gibi oyundan çıkarken eşinize sorarsınız: “şimdi ne demek istedi bu oyun?”