Kendimizi daha az ciddiye alırsak belki daha mutlu olabiliriz…

Köşe Yazısı
30 Mart 2011 Çarşamba

Tana ESKİNAZİ ALALU


Son zamanlarda bir sürü şey oldu. Japonya’daki tsunami, 15 bin kişiyi yok etti. Gencecik insanlar vefat etti, kim bilir daha kimin sevdiği insanlara neler oldu. Hep böyle zamanlarda hayata geri bakıyoruz. Acaba gerçekten kendimiz için önemli olan şeyi yapıyor muyuz?

Önemli olan şey gerçekten ne kadar önemli?

Hepimiz bir yerlere koşturuyoruz. Hepimizin kendine göre endişeleri var. Hayatta önemli ve anlamalı bir yer tutmaya çalışıyoruz. Hâlbuki gerçekten mutluluk ve mutsuzluk fantezileri bu kadar çabaya değiyor mu? Bunu elimizdeki yaşam kalitesini yüklediğimiz anlam yüzünden mi yapıyoruz?

Ben de kaç zamandır deli gibi koşturuyorum, duramadım. Ancak yapılacaklar hiç bitmedi, bitmiyor, hep daha fazla okunacak mail, daha çok halledilecek iş var. Hele çocuklarımız da var ise, sanki biz onlar için her şeyi yapacağız ve bir daha onlar hiçbir sıkıntı yaşamayacaklar. Ne büyük fantezi değil mi? Peki bunu niçin yapıyoruz?

Esasında bu yazımda sizi biraz düşündürmek istiyorum. Amacım kendimizi ve hayatımızı irdeleyip, sıkıntılarımızı bu kadar ciddiye alıp, bunun sonucunda da hastalanmaya değip değmediğine bakmak. ‘Neden bu kadar debeleniyoruz?’ düşüncesini sorgulamak.

Kaygılarımız var. Kimimiz kaygılarını daha çok gösterir, kimimiz sanki düşünmüyor gibi yapar ama tüm hayatını onlarla başa çıkmak üzerine organize eder. Alain De Botton Statu (Yaşam seviyesi) Kaygısı (Statu Anxiety) adlı kitabında kaygılarımızın nedenlerini sorguluyor.  

Normal bir insan, Alain De Botton’un deyimiyle trajik bir kahraman, eğer ruh sağlığı yeterince iyiyse özellikle iyi veya kötü biri değildir. Her olağan insan kadar yeterince etikse kolaylıkla başka insanlarla ilişki kurar. Bu kişi içinde bir takım hatalarla birlikte bir dolu iyi kaliteleri barındırır. Bazen bunlara fazladan gurur, kızgınlık ve dürtüsellik eklenir. Kişi belki de kesinlikle kötü bir niyeti olmadan, bir anlık körlük veya eksik yargıyla veya duygusal ve olgusal bir ani hareketle, büyük bir hata yapar. Bunun sonucunda birden bire tüm akış tersine dönebilir ve kahraman kendisi için kıymetli olan şeyleri kaybedebilir. Hâlbuki hepimiz kendimiz için harika bir hikâye yazmak isteriz. Ama insan olduğumuzu ve mükemmel olmadığımızı unuturuz. Bu kötü olayların sonucunda yaşadıklarımız bizi alçak gönüllüğe geri döndürür ve felaketleri önleyemeyeceğimizi hatırlarız. Böylece, bu durumlarda hissettiğimiz duygular, durumlarla tanışırız ve bizim durumumuzdaki insanlarla daha rahat empati kurarız. Esasında bu olaylar bize kolaylıkla hata yapabileceğimizi ve kendi deyimimizle felaketleri çağıracağımızı gösterir. Bu kadar basit. Biz insanız.

Peki, niçin başından alçak gönüllü olup hata yapabileceğimizi kabul etmiyoruz ki? Çünkü çocukluktan beri farkında olmadan hayatı nasıl mutlu yaşacağımızı düşünürüz ve bir takım senaryolar kurarız. Bunun sonucunda hikâyeleri devam ettirmek için hayatı ve kendimizi kontrol etmeye çalışırız. Tarih boyunca toplumun yüklediği anlamlar ise, hikâyelerimizi etkiler.

Alain De Botton, toplumun tarih boyunca fakirlik ve zenginliğe yüklediği anlamlara bakmış. 

İlk zamanlarda fakir olan insanlar kendi durumlarından sorumlu olarak algılanmazlarmış ve bu insanların esasında toplum için çok yararlı oldukları, anlayışı varmış. Sonra düşük statüdeki insanların ahlak değerleri yok, anlayışı devreye girmiş,  Daha da sonra zenginlere, günahkâr ve üçkâğıtçı, fakirlerden çaldıkları ile zengin oluyorlar, anlamları yüklenmiş. Bu yargılar hep zamanın politik ekonomik ve felsefi düşüncelerinden etkilenmiş. 

Zaman içinde hikâyeler değişmiş, son zamanlardaki en son hikâyeler ise şöyle: İlki, ‘zenginlere ihtiyaç var fakirlere değil’, olmuş, daha sonraki ‘insanların ne kadar ahlaklı olduklarını statüleri gösterir’ denmiş, en son da ‘fakirler günahkâr ve üçkâğıtçıdır, fakir olmalarının sebebi kendi aptallıklarıdır’ denmiş.

Tabi ki böyle dinamiklerin içinde yaşayınca insan istemeden etkileniyor. Zenginliğin hak edişi, zenginliğe layık görünmek en son şöyle ifade edilmiş, 

Başarılı insan kategorisine tüm ırklardan zamanımızın ticari dünyasında kendi yaptıkları ile (aileden gelen ile değil -bunun içine spor sanat ve bilimsel araştırmalar da giriyor-), para, güç ve ün biriktiren kadın ve erkekler giriyor.

İnsanlar da layık olma ideolojisine inandıkları için de finansal başarıları hak etmiş (deserved)  olarak algılıyorlar.  Yani bu insanlar, yaratıcılıkları, cesaretleri, zekâları ve dayanma gücüyle tüm bunları becermişler. Beceremeyenler ise yeterince iradeli olarak algılanmamış. Alçak gönüllük ve dindarlığa olan ilgi azalmış. Başarılar yalnızca irade ile bağdaştırılmış. Paranın da mutluluk getirdiği inancı hâkim olmuş.  

Esasen gerçekten ihtiyaçlarımız, gerçek ihtiyaç mı? Korkularımız, ne kadar geçerli korkular?

Tabii ki tüm hayatımızı para ve statü için yaşamıyoruz. Ama bu ticari dünyaya yetişmek ve bunun içinde istediklerimiz için (bu ne ise, herkese göre değişiyor) oldukça çaba sarf ediyoruz ve bunun uğruna bir dolu stresle yüz yüze geliyoruz. O kadar korkuyoruz ki hatalarımıza gülmeyi bir lüks addediyoruz. Esasında hatalarımıza gülüp ondan öğrenirsek, belki de daha az kendimizi yorup üzüleceğiz. 

Bütün bunlara değip değmediği üzerine düşündükten sonra zaman ayırmadığımız, ama yapmaktan keyif aldığımız, hayatımıza hafiflik getiren şeylere daha fazla yer açmaya ve biraz daha fazla kendimizle alay edebilmeye ne diyorsunuz?