Fatih Altaylı ile TEKE TEK

Seveni var, sevmeyeni var; ne dediğini anlamadığı için yakınan da var, ona hayran olan da. Cesur olduğunu düşünen var, taraflı yazdığını söyleyen de; çok yakışıklı bulan da var, aşırı kibirli de… Oysa o, kendini “sevimli bir sosyopat” olarak tanımlayabilecek ya da “meslek hayatım boyunca kovulmamı istemeyen başbakan tanımıyorum” diyebilecek kadar özgüvenli ve bir o kadar da nazik biri.

Aylin YENGİN Söyleşi
9 Mart 2011 Çarşamba

Konuklarını Teke Tek programına davet ederek aklında ne var ne yok soran Fatih Altaylı’yı bu kez soru bombardımanına tutan bendim

‘Teke Tek’ken nasıl oldu da bir anda ‘Çifte Tek’e dönüştünüz? Murat Bardakçı ile birlikte program yapmak nereden aklınıza geldi?

Murat benim çok eski, belki 25 senelik arkadaşım. Mesleğe ilk başladığımız yıllardan beri dostuz. Sabah Gazetesi’ne geçtiğim dönemde, Hürriyet’ten iki kişi benimle birlikte geldi: birisi Doğan Satmış, diğeri de Murat Bardakçı. Açıkçası, Murat’ın gelmesine herkes çok şaşırmıştı, çünkü o da benim gibi, Hürriyet ile çok özdeşleşmiş biriydi. Ama arayıp da kendisine ihtiyacım olduğunu söylediğinde, beni ikiletmedi. TMSF Sabah’a el koyunca ben istifa ettim, hemen arkamdan Murat da ayrıldı. Ve ikimiz de, HaberTürk Gazetesi çıkıncaya kadar 1,5 sene işsiz dolaştık. Sonra HaberTürk’te yeniden birlikte çalışmaya başladık.

Ve ona, “Gel bir program yapalım,” dediniz…

Tam olarak değil. Burada odalarımız yan yanadır. Bu yüzden akşamüstleri saat 19.30 gibi, gazetenin ilk baskısı bittikten sonra Murat’ın odasında oturup sohbet ederiz. Zaman zaman dostlarımız, gazeteden arkadaşlarımız da katılır ve saat 21.00’e kadar süren sohbetlerimiz olur. Her konuda konuşuruz, dedikodu yaparız, hatta bazen Murat tambur çalar. Bir süre sonra sohbetlerin ünü yayılınca, Turgay Bey de (gazetenin sahibi Turgay Ciner) arada sırada katılmaya başladı. Bir gün bize, “Bu keyifli sohbetleri neden televizyonda da yapmıyorsunuz?” diye sordu. Ben kimsenin dinlemeyeceğini, uçuk kaçık bir sohbet olduğunu, zaman kaybı olacağını, reyting almayacağını söylediysem de, ısrar etti. Bir Pazar akşamı deneme yaptık, ertesi gün reyting raporları geldiğinde, hepimiz şaşırdık: en çok izlenen program olmuştu! Biz de devam etme kararı aldık.

Çok eleştiri alıyor olmalısınız. Bu eleştiriler sizi doğrularınızdan azıcık da olsa saptırıyor mu?

Eleştiri almıyorsanız, zaten işinizi yapmıyorsunuz demektir. Bizimkisi, okurla ‘love & hate relationship’ diye tabir ettiğimiz ilişkidir. Bir bölümü sever, bir bölümü nefret eder. Eğer bunu sağlayamıyorsanız, yazmanın bir âlemi yok. Kendi içinde bir denge kurarsınız, zaman zaman sevenler artar, zaman zaman nefret edenler. Genç, tecrübesiz veya kişilikle ilgili problemleri olan gazetecilerde bu eleştiriler ciddi problemler yaratır. Kimi zaman yön değiştirmek zorunda kalırlar. Bende böyle bir şey yok, çok eleştirildiğim doğru, ama ben hayatım boyunca – çocukluğum dâhil – eleştirilerden etkilenmedim – benim hep kendi doğrularım oldu. Bu açıdan kendimi toplumun doğrularını çok fazla önemsemeyip, kendi değer yargılarını oluşturan bir sosyopat olarak nitelendiririm. Herkes gibi olmanın, kendine bir rol biçip, o imajın içine kendini hapsetmenin hiçbir özelliği yok bence.

Bir Galatasaraylı olarak sormak istiyorum. Yeni stadyumun açılışında Başbakan’a yapılan protestolar hakkındaki şahsi görüşünüzü alabilir miyim?

Başbakan’a yapılan tepkiyi doğru bulmadığımı daha önce de söyledim. Başbakan’a gösterildiği için değil… Ama şöyle düşünün, o gün orada bir açılış yapılıyor ve siz de o açılışa birini davet ediyorsunuz, bu kişi davetinizi kabul ediyor ve siz onu yuhalıyorsunuz. Evinize de bir misafir çağırsanız ve ona kapıdan girdiği andan itibaren hakaret etmeye başlasanız, doğru olur mu? Bana göre misafire saygı, önemli bir erdem. Ayrıca, o stadın yapımında ne olursa olsun başbakanın bir katkısı var. Elbette ki bedavaya yapılmadı, GS bunun karşılığında kendi sahasından vazgeçti vs. ama Türkiye koşullarında baktığınız zaman başbakan bu işi hızlandırmak için büyük bir destek verdi. O anlamda da insanlarda bir minnet duygusu olması lazım. Siyasi görüşüne katılmıyor olabilirsiniz, ama misafire bu denli sert tepkinin kabul edilebilir tarafı yok bence.

Bir başbakan hep mi övgü görmeli? Asla eleştirilmemeli mi?

Bir siyasetçi alkışlardan ne kadar mutlu olup, onları ne kadar rahatlıkla kabul edebiliyorsa, eleştirilere de o denli açık olmalıdır. Bakıyorum da, Osmanlı döneminde bile, padişahlar daha fazla eleştiriliyordu. Cuma selamlıklarında padişaha ağır hakaretler ediliyordu ve padişah dönüp bakmıyordu bile. “Gururlanma padişahım, senden büyük Allah var,” lafı düzenli olarak ediliyordu. Bizim ‘ileri demokrasi’ adını taktıkları sözde demokrasimiz o kadar ham ve demokrasi kavramına o kadar uzak ki, maalesef Türkiye’yi yöneten bugünkü iktidarın eleştirilere tahammülü yok. Başbakanın, değil GS stadında, sokakta öğrencilerin yaptığı protestolara da tahammülü yok. Bence herkesin etrafında, ona “ayar” veren birinin olması gerekir. Eğer yakınınızda size o ayarı verebilecek biri yoksa ya da sürekli olarak yaptıklarınızın doğru olduğu tekrar ediliyorsa, eninde sonda eleştirilere ve eleştirenlere karşı tavır almaya başlarsınız.

Bir konuşmanızda “Her sabah iyi ki gazeteciyim diye uyanıyorum,” demiştiniz… Türkiye’de gazetecilik yapmak bu kadar keyifli mi gerçekten?

Artık değil… Maalesef son birkaç seneden beridir keyfi kaçtı. Bugünkü koşullar içerisinde, gazetecilik yapmanın mutluluk verdiğini söylemek zor. Şahsen bir baskı hissetmiyorum aslında. “İstediğimi söyleyebiliyorum, istediğimi yazabiliyorum” diyorum ama acaba “istediğimi yazıyorum derken, kendi kafamda bir takım sınırlar koydum mu?” diye de düşünmeden edemiyorum. Bu bana özel bir şey değil, bu kaygı bütün gazetecilerde var. Son dönemde Soner Yalçın’ın gözaltına alınması, bir takım gazetecilere açılan davalar, her biri tedirginlik yaratıyor. Ama bakıyorum da, çok güçlü iktidar döneminde, dünyanın her yerinde bu tür sorunlar yaşanmış. Bu güçlü iktidarların illa diktatoryal olmaları şart değil; en ciddi demokrasilerden biri olan Amerika’da bile, güçlü iktidarlar sırasında medyaya baskı yapılmış. Bir iktidar kendini ne kadar egemen hissederse, kendisine karşı olan özgürlükleri kısıtlama yönünde o kadar baskı uygular. O yüzden bunu Türkiye’ye has bir talihsizlik olarak görmüyorum, bu gazeteciliğin makûs kaderi.

Önce Tunus, ardından Mısır, Libya, Irak… Ne olacak bu Ortadoğu’nun hali?

Tunus’taki olaylar patladığında, herkes sıradaki ülkenin Cezayir ya da Ürdün olduğunu söylerken, ben Mısır olacağını biliyordum. Mısır’daki kaynamanın farkındaydım. Gerek Mısır’ı ziyaret ettiğimde, gerekse buradaki Mısırlı temsilcilerle görüştüğümde, resmi görevliler bile kendi rejimlerine küfreder hale gelmişlerdi. Bu ayaklanmaların diğer ülkelere sirayet edeceği belliydi. Geçenlerde programıma konuk olan, çok sevdiğim Lütfi Akdoğan bunun Suudi Arabistan’a kadar gideceğini ve 10-15 sene içinde bütün Arap ülkelerinin rejimlerinin değişeceğini, bu liderlerin hiçbirinin doğal liderler olmadığını ve halkın bu düzeni değiştireceğini iddia etti. Bence tüm bu olanlar 11 Eylül’ün devamı. Arap entelijansyası gelişiyor; Arap terörist tipi değişti. Büyük bölümü Avrupa’da eğitim almış, yüksek kültürlü insanlar ve bunlar ülkelerindeki yoksulluk ve sıkıntılardan ötürü hep Batı’yı suçlamayı öğrenmişler. O yüzden de Batı’da terör eylemleri yapmaya giriştiler. Fakat sonra bunlar, kendi ülkelerine dönüp baktıklarında kendi ülkelerindeki rejimin de çok kötü olduğunun farkına vardılar. Diğer yandan, özellikle Mısır gibi, Cezayir ve Tunus gibi gelir dağılımı sorunlarının yaşandığı, yüksek oranda yolsuzluk olan ülkelerde aç halk kitlesi de ayaklandı ve entelijansiya ile ortak bir halk hareketi bu rejimlere karşı bir tepki oluşmaya başladı. Bu tepki yayılmaya devam edecek ve İslamcılık yükselecek ve bunun önüne geçilmesi şu an için biraz zor görünüyor. Zaten Amerika’nın ve İsrail’in tedirginliği de bu yönde. Ama bu bir süreçtir, sonrasında Arap dünyası belli bir normalleşme yaşayacaktır.

Böyle bir ortamda İsrail’in önümüzdeki 5-10 sene içindeki durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

İsrail’in işi zor… Çıkışı kalmıyor. İsrail’in bölgede 2 tane çıkışı vardı: Türkiye ve Mısır. Türkiye’deki çıkışı büyük ölçüde sekteye uğradı, arkasından da Mısır’da bu olaylar patlak verdi. Mısır’da ne olacağı henüz belli değil, ancak İsrail’in çıkışsız kalmasına dünyanın, özellikle de Amerika’nın izin vermeyeceğini tahmin etmek güç değil. Sonuçta bakıldığı zaman, İsrail bir din devleti olmakla beraber ciddi bir demokrasi. Kendi cumhurbaşkanını yargılayıp hapse attırabilecek kadar ileri gidebilecek, bölgedeki tek demokrasi. Tayyip Erdoğan’ın bugüne kadarki İsrail politikası şimdiye kadar bizim tarafımızdan hep yanlış bulundu ve eleştirildi, ancak bu politikası kendi açısından büyük başarıya ulaştı, çünkü Mısır’da olup bitenlerden sonra İsrail iyice çaresizleşti. Bir süredir çaresizliğinin farkındaydı, Türkiye’ye karşı yumuşak bir tavır sergilemesi de bundan. Özellikle “one minute” çıkışından ve arkasından gelen olaylardan sonra Türkiye’ye karşı sert bir tepki göstermedi. Bu da olası gelişmeleri önceden görmesinden ve buradaki çıkışını kapatmak istememesinden kaynaklanıyordu. Bu son gelişmelerden sonra, İsrail’in bence Türkiye’ye biraz daha fazla ihtiyacı olacak. Tabii burada, Türkiye’deki hükümetin İsrail’e karşı nasıl tavır alacağı kıymet arz ediyor. Eğer Türkiye bu durumdan faydalanıp İsrail’i daha da köşeye sıkıştırmak isterse, İsrail’in tepkisi farklı olabilir.

Aralarında savaş mı çıkabilir diyorsunuz?

Bu pek olası değil, ancak Türkiye ile ilgili dünya medyasında farklı haberler çıkmaya başlayabilir. Özellikle Amerikan medyası tamamen Yahudi kontrolü altında… Ve böylesi bir medyanın Türkiye’de olup bitenlere farklı bir gözlükle bakmaya başlaması, – yalan yanlış yazmasına bile gerek yok – başka bir açıdan bakması, Türkiye’de ciddi sorunlar yaratabilir, hükümeti ciddi sıkıntıya sokar. Hükümet bunun farkında mı ya da umursuyor mu, bilmiyorum. Özellikle İslam âleminde, dış politika ve liderlik motifi olarak, İsrail’e karşı olmak önemlidir. Gerek Ahmedinecad, gerek Erdoğan, gerekse diğer İslam ülkeleri liderleri zaman zaman İsrail karşıtlığı üzerinden bölgesel prim yapıyorlar, ancak hiçbirinin İsrail’e karşı gerçek bir tehdit oluşturduğuna inanmıyorum.  Gerçek şu ki, İsrail bölgede eskisi kadar rahat değil. Yakın bir dönemde İsrail’in bölgedeki tek dostu Suudi Arabistan olabilir.

Türkiye-İsrail ilişkilerinin giderek bozuluyor olması Türk Musevi Cemaati’ni ne derece etkiler?

Türkiye’de yaşayan bazı Yahudilerin bence temel sorunu, kendilerini İsrailli gibi görüyor olmalarından kaynaklanıyor. Oysa onlar Türk vatandaşı, kendilerini İsrail ile bu kadar özdeşleştirmelerine gerek yok. Çok yakın Yahudi arkadaşlarım var, onları asla İsrailli olarak görmedim. Kendilerini Türk vatandaşı olarak görüp de, dini kimliklerinden bağımsız olarak düşünürlerse bence hiçbir sorun olmaz. Türkiye’de antisemitizm yok mu? Var. Ama bu yeni bir şey değil, 500 senedir var. Antisemitizm Türkiye’ye özgü bir şey değil, Avrupa’da da var, hem de kat kat fazlasıyla. Bu yüzden Türkiye’deki Yahudilerin tedirgin olmasını gerektirecek bir şey yok, ama diğer yandan bakarsanız, Türkiye’de herkesin tedirgin olmasını gerektirecek şeyler var. İslamcı terör, Türkiye’deki Musevi cemaatiyle birlikte beni de hedef alıyor. Aydınları da, muhalifleri de, düşünürleri de hedef alıyor.

Mavi Marmara olayı sonrasında: “İsrail’in hassasiyetlerine de saygı göstermeliyiz. Avrupa’dan bir grup serseri, ‘Biz PKK’ya yardım götüreceğiz” deseler ve İskenderun Limanı’na demir atmak isteseler Türkiye ne der?’ diye bir yorumuz olmuştu. Hâlâ aynı görüşte misiniz?

Bu Türkiye’deki en ileri yorumdu, başıma da oldukça dert açtı. Bunu İsrailliler bile bu denli sertçe dile getirmediler. Ama ben hâlâ aynı düşüncedeyim. Ben bu geminin hazırlık aşamasını da çok eleştirmiştim. Gazze’de bir sorun olduğu iddia ediliyordu – ki ben öyle olmadığını biliyorum, çünkü Batı’daki Filistin yayınlarını takip ediyorum (özellikle de Filistin konusunda hassas olan Fransız yayınlarını) ve bunlardan Gazze’deki durumun vahim olmadığını okuyorum. Gazze abluka altında olabilir, ama orada açlık, yokluk, sefalet falan söz konusu değil. Ancak öyle bir imaj, öyle bir algı yaratılıp, sonra bunun üzerinden bir siyasi bir strateji geliştirildi. Türkiye İsrail ile kapışabilir, ama bu bir devlet kararı olur, buna kimse karışamaz. Ancak bir takım örgütlerin kendi kendilerine iki ülke arasındaki ilişkileri germeye hakları yoktur. Oysa yapılan budur. İHH diye bir örgüt, kalktı ve bunu yaptı. Geminin içerisinde olanları, normal vatandaşların yanı sıra kimlerin olduğunu muhabir arkadaşlarımız sayesinde gayet iyi biliyorduk ve örtülü bir siyasi destek verildiğinin de farkındaydık. Elbette ki İsrail’in gösterdiği tepki aşırıydı, ama sonuçta benim bu yorumum empati yapmak içindi. Türkiye’de aynı şey sanırım biz de, İsrail’inkine yakın bir tepki verirdik.

Çok teşekkürler… Röportajımızı sizin köşenizden bir alıntı ile bitirmek istiyorum. “Ne zaman adam oluruz? Okumadan bilmenin, bilmeden yazmanın mümkün olmadığını anladığımız zaman!”