Kim Kim, Kim Ne, Kim Kime, Kime Ne?

Köşe Yazısı
2 Mart 2011 Çarşamba

Jose V.ÇİPRUT


“Yahudîlik nedir, Yahudî kimdir?” başlığı altında bugüne dek yazılmış bilmem kaç yüz yazıdan bana ulaşmış son birini okurken, “aynı sual başka dinden ve kimlikten de sorulamaz mı?” fikrine takılmaz mıyım? Fransızın altı mânâyı içine sığdırdığı ‘İdentité’ sözüne dilimiz eski/yeni dokuz ad veriyor: Aynîlik/Ayniyet, Ayrımsızlık, Mutabakat, Eşitlik/Özdeşlik, Birlik ve Hüviyet/Kimlik... ‘Tefrik zenginliktir de, irfanımın zenginliği cahilliğimin küstahlığına izin vermemelidir’ ilkesiyle bir düşüneyim dedim: Ben ne yaşam yerlerimde ne de gezilerimde, Yahudîler arasında iki “aynı” insana rastlayamadım. Yahudîlerde “aynîyet” bulamamam nedeniyle, ne kan davası gütmeye, ne de--hangi yüce kurallarla olursa olsun--bir ferdin borcunu kardeşinin, ailesinin veya cemiyetinin ödemesine lüzum gördüm. “Ayrımsızlık”, mutlaka ayırt edilmezlik demek değildir kanaatıyla, bir babanın suçunun evlâdının omuzuna yüklenebileceğini, bir Yahudî olarak, tahayyül bile edemem. “Mutabakat”ın, uyumsuzluğun ve uyuşmazlığın ayrılık yarattığı zor durumlarda, daha da makûl ve makbûl mânâ taşıyabileceğini erken sezdim. Eşitliklerin her zaman aynı özden gelmediklerini, yani “özdeşlik” taşımadıklarını, çok genç yaşta girdiğim ilkokulda, benden yaşlı çocuklardan; ileri yaşta döndüğüm üniversitede ise, benden çok daha genç olanlardan, öğrendim. Cemiyette eşitliğin özdevimli adîl olamadığını, adaletin kanun önünde eşitlikle birlikte sağlanabileceğini ise meslekî sahamda iyice anlayabildim. “Hüviyet/Kimlik” belgimin çizgesinin yukarıdaki dokuz terimin herbirinin ve hepsinin teberruu ile şekil ve içerik aldığının böylelikle farkına vardım. Birden, kimlik tarifimin, statik kalmak şöyle dursun, gelişeduran karmaşıklığını çarnaçar kabullenmek durumunda kaldım.

Stoiklerin faraziyelerinden asrî bilgelerin kuantum fizik, gökbilimi, nanoteknoloji keşiflerine dek, fen sahasında; yapısalcılık-ertesi anlayışlarla, san’at vadisinde; sistemik dünya görüşü yönünden, insanların, kütlelerin, devletlerin ve örgütlerin siyasî, iktisadî, içtimaî, yöresel ve küresel çevreleri ile hayati ilişkilerinin her an değiştiği, günlük yaşam çerçevesinde; hatta kutsal inanç alanlarında; neyin ne olduğunu tamca ve tamamıyla kavrayabilmekten hâlâ çok ama çok uzak bulunmaktayız.

İnsanoğlunun gök gümbürtülerinin ilahî gücenme ile hiçbir nedensel alâkası olmadığını nihayet anlayabilmesi her ne kadar çok zaman almışsa da, Rönesans’tan bugüne yaradılışçılıkla evrimcilik arasındaki zihniyet, ideoloji ve inanç farklarımızla, kendimizi olduğumuz gibi alındılamamıza ve ötekimizi olduğu gibi kabullenmemize (böylesinin faydamıza olacağına rağmen) engel olmaktayız. 

Giyim ve ifâde tarzımızla, münasip ve müessir üslûbumuzla, nasıl görünmeye muvaffak olmuşsak olalım, eninde sonunda olduğumuz gibi yaşamıyor, düşündüğümüz gibi konuşmuyorsak, ne desek o değiliz, yapay kalmaya mahkûmuz. Bunu Musevî, Hıristiyan, Müslüman, Hindu, Budist, Şaman olalım veya olmayalım, ama bir defaya mahsus anlayalım: Her birimiz, her şeyden evvel...‘insan’ız.

Neysek, kimsek; ben Ben’im, sen de Sen’sin. Ben, sen Sen oldukça, Ben olurum. Sen de, ancak ben Ben oldukça, Sen. Benden senden de öte, tüm diğerlerimize yer açmamız gereken bir evren vardır ama: Bizler--yani sen, ben, o, biz, siz ve “onlar”, her birimiz, hep birlikte--saygı, sevgi ve sulh içinde yaşamaya [öyle yaşamdan haz duymaya] başladığımızda [ancak o şartla] sahiden var olacağızdır. Düşün: Beni sen yapan Tabiat ise, bu iddia, Tabiî farklarımıza binaen, yaşam farklarımıza rağmen gönüllü kan kardeşliğimizi gayriTabiî [ruhanî?] bir görüngü addetmemize kâfî sebep olmalıdır. Yok, seni ben yapan Tanrı’dır, dedik mi, binnetîce kardeşliğimizi tabiî bir sonuç addedebilmemiz lâzımdır ki o zaman da Hazret-i İbrahim’in ileri yaşta cinsel gücüne inansak da, inanmasak da, bizlerden kat kat daha yüce [kutsal?] bir kuvvetin--tabiatın doğal şiddetine rağmen, İnsaniyet adıyla tanıdığımız merhametli bir güc’ün --asîl ve adîl varlığına samimî iman getirebilmeliyizdir.