50.000 bakım

Köşe Yazısı
1 Aralık 2010 Çarşamba

Vladi BENBANASTE


Kipur günü öncesi abur-cubur almaya iskeleye indim, malumunuz (patron) midem; duruma bozuk, o ne anlar oruç felan… Bana durmadan direktifler veriyor; ekmek de al, ceviz ve incir de al. Meyveli kekten de al… “Patlayacaksın bir gün” dediysem de yönetim onda… (bakınız geçen sene arşiv ) Eve dönüş yolunda; bende var bi ‘tuhaflık’ diyorum kendi kendime… Herhalde yemeksizliktendir diyorum… da!!! Pek öyle değil gibi. Malum ada yolları yokuş… Çıkıyorum yokuşları da, bir tuhafım “sanki pil bitik” hiç yapmadığım şekilde duruyorum yokuşun orta yerinde, nefesleniyorum azcık… Kalbim, bi tuhaf atıyor… darbukatör misali… dım, dım, tek, tek, küt, küt… Gidiciciyim ne?  Hani gözümün önünden film şeridi gibi geçecekti hayatım… Geçmediğine göre daha buralardayım… En azından: henüz. Terliyorum…  Göbeğime bakarak “terlersin” diyorum kendime “bu ağırlığı taşırsan…” Kolum? Yok, öyle belirgin bir ağrı… Yanma, sıkışma… “Yok, yaaa daha neler abartmayalım” diyorum…” İyisi mi ben eve varıp bir iki lokma bir şey atıştırayım bi sakatlık olmadan…  Azıcık bir şeyler atıştırıyorum, uzanıyorum. Eşim olanlardan habersiz, kanepede uyuya kalmış. Yok! Bu böyle olmayacak; bu kalp bu atışa dayanamayacak… Düm tek a – düm tek… Arada da yerinden fırlayacak gibi güm güm güm. Sonra sessizlik… Atsana… Hayatımın film şeridi… Yok! Daha başlamadı… Fragmanları bile görmedim… En azından bu iyi haber.

Yok hakikatten olmayacak böyle… Önce anlamam gerek bu bir evham mı? Yoksa bir durum mu var? Yan odada uzanmış olan kızımı çağırıyorum; “dinle” diyorum. Kulağını göğsüme yaslayıp dinliyor… “Baba bu nasıl şey?” diyor… Anlıyorum ki bir durum var. Eşimi çağırmasını söylüyorum… Geliyor… Karım beni görünce ‘gitti- gidiyor’ zannedip benden kötü oluyor… Dolayısı ile şimdi ‘sorunlu’ iki kişi olduk… “Doktor çağıralım mı?” şeklindeki kısa toplantımızdan 10 dakika sonra adamızın biricik Dr. Fevzi’si geliyor ambülansla… Çok iyi dikişi vardır. İşiniz düşmesin ama düşerse ‘hot-kütür’ valla bizim iş dikişlik değil, düm tek meselesi… Şöööle bir bakıyor, bir dinliyor, bir- iki düşünüyor, bi elektro… Sonuç: ‘endişeli bir doktör bakışı’. Valla hocam bu iş burada düzelmez, senin acil İstanbul inmen gerek. Nabız vurmuş 170 -180’e, tansiyon yüksek… Benim içim rahat, hayatımın film şeridi başlamadığı sürece sorun yok… “Tamam (Dr) Fevzi abim, gideriz o zaman” diyorum. “ Olmaz” diyor hemen. Bu arada ambülans motoru arıyor, bir de Maltepe’den hastaneye bir ambülans daha… Durum ciddi galiba… Evhamlansam mı acaba? “Heyecanlanma” diyor bana… Demek ki ‘heyecanlanacak’ bir şey var ortada…

Bundan tam bir sene önce de aynen bu şekilde yaka paça İstanbul inmiştim altı haftalık mide maceram için… Şimdi de bu! Ambülansla ‘deja-vü’ durumundayım. Geçen sene yine Kipur yine ambülanstaydım,  bu sene de esnafın şaşkın ve meraklı bakışları altında çarşıdan geçiyorum. İskelede deniz ambülansı beklerken sessiz, sakin, çaktırmadan giderdik diye düşündükçe etraf iyice bi kalabalıklaşıyor… “Yok, bir şeyim” desem de gezmeye çıkmadık ya bu ambülans ile… Az sonra ambülans yanaşıyor iskeleye, ayağa kalkmak istiyorum… “Hayır” diyor Dr. Fevzi. “Tekerlekli sandalyeye otur.” Acaba hayatımın akışı film olarak geçti de ben mi görmedim? Deniz ambülansında son sürat Kartal’a giderken eşim ve çocuklarım yanımda… Sinirlerim bozuluyor, manasızca gülüyorum… Yanaşıyoruz, kara ambülansına geçiyorum… Nabız 180 – 190 tansiyon çoook yüksek… “Bana söylemiyorlar” şimdi de, ambülanstaki adam ‘oksijen’ maskesi takıyor… Sirenler çala çala gidiyoruz… Çok iyi hissediyorum kendimi, aklım akşama yiyeceğim ceviz ve incirde… Hastanede, sedyedeyim… Doktor geliyor… Tansiyon yüksek, nabız çok yüksek. Koooocaman bir damar iğnesi sabitleniyor koluma… Acıdı mı? Eh haliyle! Ama acımamış gibi yapıyorum… Yeni doktordan talimat geliyor “Basın ilacı!” basıyorlar… Monitöre bağlıyım, nabız, inmiyor, sabitlenmiyor… Bi yukarı bi aşağı. Bu ilaç olmadı, “patlatın öbürünü” diyor doktor; patlatıyorlar. Zaman içinde; azar, azar. Üç saat sonra nabzım 120 – 160 arası oynar hale geliyor… Buna da şükür… Dört saat sonra bana geliyorlar, taburcu ediyorum kendimi, doktorlara “sorumluluk benim” kâğıdını imzaladıktan sonra… “Amerikan Hastanesi lütfen” diyorum taksi şoförüne... Akşamın bir saatinde ‘bir benim’ aklıma gelmiş köprüye çıkmak... Şoförümüz ağırkanlı, “terk ettiğin şerit en hızlı gidendir” misali, sürekli en yavaş şeritte gidiyoruz... İki saattir yoldayız… Varacağız elbet…

Sonuçta kaçınılmaz olan, bana da oluyor, kaporta eskiyor. Yaklaşık 50.000 bakımdayım… Yine de iyiyim. Dr. Mordo Bardavit’in tam teşekküllü kontrolünden geçtim. Doğrusu, kendisi beş sene önceki muayenemde bana bu olacakları söylemişti. Ama ben kaçmıştım; dinlememiştim onu, her zamanki gibi haklıymış!!!  Ne diyebilirim ki? Şimdi en zor görev beni bekliyor… İnsani bir kiloya inmek… Olacak iş mi şimdi bu? 

Sevgiyle kalın…