Eskimeyen dostlar

Köşe Yazısı
10 Kasım 2010 Çarşamba

Vladi BENBANASTE


Kapatın gözlerinizi, (şimdi değil okuduktan sonra) hayal edin… Çanakkale’deyiz… Akşam yemeğimizi henüz bitirmiş, otelimize dönmüşüz… Havada hafif bir serinlik, İstanbul da artık duyamadığımız yosun kokusu... Sıcak çaylarımızı yudumluyoruz serin “kordona” karşı… Hafif hafif sallanan tekneler, Truva atı, sahilde el ele yürüyen âşıklar, mısırcılar, denize vuran ay, uzaklarda  Kilitbahir’de; belli belirsiz  “Dur yolcu” yazısının ışıkları, kafelerde cıvıl cıvıl gençler… Gülüşmeler… Kendinizi evinizde hissettiğiniz bir ortam…  Ne bilim? Güzel işte…

Biliyor muydunuz bir İzmir’de, bir de Çanakkale’de var bu kordon boyu kavramı… Bunu kimler yerleştirmiş biliyor musunuz? Ben de bilmiyordum buraya gelmeden önce… Çanakkale Kent Müzesi Müdürü Cevat İnce röportaj esnasında anlattı yorumsuz aktarıyorum  “…Çanakkale’de bu kordon boyu yürüyüş, kordonda buluşma, kordonda eğlenme mevhumu Yahudiler ile birlikte başlamış... Yahudilerin denize olan ilgisi, sevgisi ve her Şabat öncesi ve sonrası buralara gelip gezinti yapmaları Çanakkale’de kordon alışkanlığının yerleşmesine yardımcı olmuş”

Nerde kalmıştık; bahçede çay içiyorduk… Aynı zamanda yaşça bizlerden büyük akrabalar ile birlikte tatlı, hoş bir sohbet içerisindeyiz. Otelin açık balkonu adeta “Neve Şalom Sinagogu,düğün çıkışı” sahneleniyor… Herkes tanıdık, herkes bildik. Masaların hepsi dolu, bağrışmalar, konuşmalar, laf atmalar… Evimizdeyiz ya! Beni asıl heyecanlandıran ve tarif edilemez bir duyguya sürükleyen ise; bizler için gelen ziyaretçiler oldu. Eski dostların, eskimeyen dostlukları görülmeye değerdi. 30 – 40 sene önceki komşularını görmeye gelen yerel halktan ziyaretçiler, yıllardır birbirlerini görmeyen insanların duygusal ‘kavuşmaları’,  geçen yıllara rağmen bizlerin unutulmadığını, geçmişte kurulmuş olan bağın derin bir sevgi ve saygıya bağlı olarak halen sürdüğünün güçlü bir ispatıydı. “Hatırladın mı beni? Ben Ayşe… Kömürcülerin kızı Ayşe… Annem? Sizlere ömür 2 sene önce kaybettik. Ya sizinkiler ne yapıyor? Moşe üniversiteyi kazandı mı? Doktor mu oldu… Ayyyy! Çok sevindim… Bak diken diken oldum… ( gözünde belli belirsiz bir buğulanma ) Canım ablacım ne kadar özlemişim seni…”

Biz gelelim bizim masaya… Bu arada çayımızda bitmiş… Garson! (uzaktan bize bakınca; kaşıkla şekeri karıştırma işareti  = çay. Bir de parmakla sayıyı belirtince iş tamam…) Yanımızda Tant Berta ve Tant İsmet var… Kayınvalidemin akrabaları. Genelde isim vermeden yazmaya gayret ederim ama burada bir özellik var: “İsmet Ablamın” ismi. Bir bayanda alışılmadık, bir Yahudi’de daha da alışılmadık… Ama kendisi duruma alışık… İsminin neden “İsmet” olduğunu sohbetin içinde ‘bir Çanakkale hikâyesi’ olarak anlatıyor… Annesi doğum yapacağı zaman (o zamanlar doğum, basit ve doğal bir olay olduğundan evlerde doğum yapılırmış. Şimdilerde öylemi, nerdeeee o eski doğumlar şip – şak. Diyorum her şey zorlaştı diye! İnanmıyorsunuz) İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanı seçildiği radyodan ilan edilmiş (ister istemez kadıncağızın yaşı çıktı ortaya, pardon İsmet Ablam) babası; kızımızın adı: İsmet olacak diye buyurmuş… Baba istedikten sonra akan sular durur… Peki, sıra İsmet Ablamın oğlunun doğumuna gelince ne olmuş? Tarih 29 Ekim, yine evde doğum oluyor (Amerikan Hastanesi vardı da biz mi gitmedik?) Bu sırada sokaktan 29 Ekim kutlamasını yapan izciler, askerler geçit töreni yapıyorlar… Sokakta trompetler, borular bir cümbüş… Çocuğun adı: Cumhur oluyor. Cumhur kendi çocuğuna ne isim koydu bilemiyorum ama ‘İsmet’ ve ‘Cumhur’ isimleri ve isimlere karar verme şekli hoşuma gitti, ilginç geldi bana… 

Sohbete devam ediyoruz, tabi ki söz dönüp dolaşıp, neden buraları terk ettiniz, neden İstanbul’a göçtünüz sorusuna geliyor ister istemez… Buna net bir cevap alamıyoruz, çocuklar liseyi bitirdi… Üniversite imkânları, iş imkânlarının kısıtlı olması gibi suya sabuna dokunmayan nedenler öne sürülse de işin altında başka bir iş olduğu, gözlerin derinliklerinde, kullandıkları birkaç kelimede belli oluyor… Genelde ‘her ne ise’ bu olanlar, kimse dile getirmek istemiyor… Belli ki geçmişte kalan ve hatırlanmak istemeyen bir tatsızlık olmuş… Müze Müdürü Cevat Bey’in söylediği gibi: bir şekilde her iki taraf da bunu bir acı olarak görmemek için elinden geleni yapıyor. Bu arada tabii ki terk eden çok acı çekmiş. Bütün hikâyelerin altında bu var. Ama tekrar dile getirmek daha acı geliyor. Sadece Museviler değil, diğer dinlerin mensuplarıyla da konuşup tartıştık, hepsinin yüreğinde burukluk var. Yaşanmış olması bir tarafın acılarını depreştiriyor, diğer bir tarafın da utandığı bir durum yaratıyor. Bu da aslında her iki tarafın birbirleriyle sorunları olmadığını gösteriyor. Neyse… Bakalım daha önümüzde günler var… Öğreniriz elbet bir şeyler… Saat kaç? Oooo saat gece yarısını çoktan geçmiş, 2 olmuş… Hadi bize iyi geceler… Bir dahaki yazıda “Çanakkale’de Şabat duası ”

Adetim değildir ama bu gezi bir çabayı ve cesareti gerektiriyor, bunu yapanlara en azından bir teşekkür bir minnet borçluyuz… Başta Güneş - Albert Penso ve bu geleneksel gezinin düzenlenmesini sağlayan adını sayamadığım sayısız gönüllüye gönül dolusu teşekkürler… Aman dostlar gezinin sürekliliğe destek verin, önceki yazımda belirttiğim gibi “son” temsilcilerden sonra tarih olup gitmeyelim…

Sevgiyle kalın…