Dr. Cengiz Aktar: “İnsanlık Şoa’dan ders almadı”

1 Şubat’ta Alaadin Projesi’nin Auschwitz’de düzenlediği Uluslararası Holokost Kurbanları Anma Töreni’ne katılan Dr. Cengiz Aktar yaşayan tüm insanların Auschwitz Ölüm Kampı’nı görmesi gerektiğini savunuyor. Ancak Aktar Holokost’tan alınan dersler konusunda oldukça karamsar…

Virna BANASTEY Söyleşi
16 Şubat 2011 Çarşamba

Alaadin Projesi ile buluşmanız, Auschwitz’e gitmeniz nasıl oldu?

Alaadin ile uzun süredir ilişkideyim. Bu projenin sorumlusu, Abe Rudkin Türkiye’den katılabilecek şahsiyetler konusunda benden fikir almıştı. Oraya giden isimlerin çoğunu, özellikle gazetecileri, ben önerdim. Çok iyi oldu; keşke daha fazlası katılabilseydi. İlerde de katılır bence. Artık Türkiye’nin Auschwitz yolunun açılması gerekiyor. Bu sadece Türk Yahudilerine mahsus ve sınırlı olarak kalmamalı. İnsan oraya gidince, tüm yaşayan insanların, Auschwitz’i görmesi gerektiğine kanaat getiriyor.

Bu organizasyonda başka kimler vardı?

Her şeyden önce Türk heyeti epey genişti. Bakan da gidince, epey ilgi oldu. Türkiye en geniş katılan heyetlerden biriydi. Galiba Fas’la birlikte, Müslüman ülkeler arasında en geniş katılım bizdendi. Maalesef İran’dan çok az katılım vardı, sadece bir kişi geldi. Mısır, Cezayir, Tunus, Ürdün, Irak, Filistin, Pakistan’dan temsilciler vardı. Afrika’dan da yoğun katılım vardı, Müslüman olan ve olmayan kara Afrika ülkelerinden…

Tabi böyle bir organizasyonu her sene yapmak mümkün değil açıkçası. Her şeyden önce pahalı ama ufuk açıcı ve yol açıcı bir organizasyon olduğu açık. İnşallah arkası gelir.

Auschwitz hakkında izlenimleriniz nasıl?

Auschwitz hakkında, Şoa hakkında tüm yazılanlar, filmler bir tarafa, oraya gitmek başka bir şey.

Bu heyet oluşturulurken, çok asil nedenlerle düşünülmüş bir proje olduğunu hatırlatmak lazım Alaadin’in. Çünkü İsrail’de ve Filistin’de olup bitenlerin yanında artık yeniden alevlenmiş olan Yahudi düşmanlığı kabul edilebilir bir şey değil. Bu iki şeyi birbirinden ayırmak lazım. İnsanın insana ettiği, reva gördüğü eziyetin skalası olmaz. ‘Onlar bize yaptı, biz de onlara yapalım’ olmaz; çünkü iki yanlış bir doğru etmez. Kaldı ki Şoa ve Auschwitz insanın barbarlık kapasitesi konusunda eşi benzeri olmayan bir iş. Dünyanın başka yerlerinde başka insanların başka insanlara çektirdiklerini katiyen azımsamıyorum. Ancak Şoa insanlığın eriştiği en uç noktalardan bir tanesi; belki de en uç noktası. Neredeyse zevk için öldürmek boyutunu orada ayan beyan görüyorsunuz. Çok çarpıcı; tüyler ürpertici bir akıl, dehşet verici bir teknik. Modernlikle barbarlığın birleştiği bir teknik. Bir teknik ölüm. Kitlesel bir şey değil; devlet eliyle icra edilmiş bir toplu cinayet. Çok düşündürücü, çok çarpıcı… Ve bunun mutlaka ama mutlaka Türkiye’de daha iyi bilinmesi gerekiyor.

Orada bizimle birlikte Bahçeşehir Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı Enver Yücel de vardı. Herkes gibi o da çok çok etkilendi. Ama kendisi eğitim penceresinden baktı, işin bir de eğitim boyutunu gördü. Ve orada; Bahçeşehir Eğitim Kurumları’na ait üniversiteden ve liseden öğrencilerin her yıl Auschwitz’e gitmesinin sağlanması konusunda bir prensip kararı aldık. Fevkalade önemli bir karar… Bunun diğer eğitim ve öğretim kurumlarına da yansıması kanaatimce çok faydalı olur…

Auschwitz’de şahsen sizi en çok etkileyen ne oldu?

Birkenau, müze haline getirilmiş olan bölüm, diğer taraftan çok daha etkileyici… Gözlükler, saçlar… Saçın tabi şöyle bir boyutu var; gözlük, sefertası, fırça, bunlar insanların kullandığı nesneler. Ama saç insanın parçası; tüyler ürpertici bir şey. Ondan etkilenmemek mümkün değil.

Ama beni en çok etkileyen, modernlikle barbarlığın bir araya gelmesi. İnsan aklının nelere kadir olduğunu görmek hakikaten ürperticiydi. İnsanın bu dünya üzerinde yaşayan en vahşi mahlûk olduğunun bir kez daha kanıtlanmış olması beni çok üzdü. Orada görsel o kadar çok çarpıcı şey var ki ama biraz mesafe alındığında herhalde hissettiğim bu ürkütücü modernlikle barbarlığın birlikteliği beni en çok etkileyen şey oldu.

Auschwitz’den çıkarılacak dersler nelerdir sizce?

Hep kendi kendime derim, ‘insanlık daha emekleme çağında diye’, hakikaten de öyleymiş. Üzerinden 65 yıl geçmiş ama aslında 65 yıl hiçbir şey değil. Aynı tezahürlerin, aynı sapkınlıkların nasıl tekrar günümüzde ortaya çıktığı ve çıkmaya devam edebileceğini görmek de o anlamda çok önemli. Auschwitz ve Şoa bugün için de geçerli olan bir insanlık dersi. Sadece Nazi Almanyası dönemi değil; bugünümüzü de aydınlatan veya aydınlatması gereken bir olgu. Oradan bugün için çıkarılabilecek herkes için çok ders var. Avrupa için de var. Avrupa’nın tezatlığına bir bakın; Avrupa 1945’de ‘bir daha asla – never again’ diye ortaya çıkıyor ve Avrupa Birliği’nin temellerini atıyor. Fakat bugünkü Avrupa’ya bakıyorsunuz; aynı 1930’ların Avrupa’sı gibi, korku, şüphe, dışlama üzerinden yürüyen politikalarla harmanlanıyor. Bu sefer Yahudilerle uğraşmıyorlar, Müslümanlarla ya da Avrupalı olmayanlarla uğraşıyorlar. Hiçbir dayanağı olmayan bir kimlik arayışına girmiş durumda Avrupa. Hâlbuki Avrupa artık melez, tamamen melez. Ona rağmen ‘Avrupalı kimliği’ gibi tuhaf bir arayış içinde. Aynı hataları belki tekrarlamayacaktır ama tekrarlayabileceğinin sinyallerini veren bir Avrupa var. 1930’lu yıllardaki o ırkçı, dışlayıcı söylem giderek yaygınlaşıyor. Avrupa’nın liberal kaleleri, mesela Hollanda, artık aşırı sağ -tabii yasak olduğundan ve utancından Yahudi düşmanlığı açıkça yapamıyor ama onun yerine geriye kalan herkese ve kendinden olmadığını iddia ettiği herkese karşı ayrımcılık yapmaya hazır- bir politik programla ortaya çıkıyor ve yüzde 20’ler, yüzde 25’ler mertebesinde oy alıyor. Bu fevkalade düşündürücüdür.

Bugün Türkiye’nin de bu işten çıkarabileceği çok şey var. Türkiye’de maalesef bellek diye bir şey yok. Türkiye hafızasızlık üzerine kurulmuş bir ülke. Bu durum da Türkiye’ye çok zarar veriyor. Geçmişini bilmeyen gelişini de tasarlayamaz, bu kadar basit. Dolayısıyla insanlar Kurtlar Vadisi gibi korkunç bir filme tapabiliyorlar. Hiç kritik gözle bakamadan, onu ezikliğin verdiği duyguları bastırmakta kullanıyorlar. Keyifle bu seriyi seyredebiliyorlar.

İnsanlar arasında, televizyona çıkıp, kendilerinden olmadıklarını farz ettikleri kişilere karşı ayrımcılık yapmaya hazır bir kesim var. Hâlbuki burada yapılan DNA araştırmaları var. Bugün Türkiye’de yaşayan insanlarla, bu ülkedeki farklı oldukları farz edilen insanların DNA’ları yani genetik kodları %99.99999 seviyesinde birbirinin aynı. Ancak burada yaşayan Türklerle Orta Asya’da yaşayan Türkler arasındaki benzerlik %70’lerde… Bunun farkında olmadan ayrımcılık yapmaya hazır bir kitle var. Tabii bunun arkasında çok ciddi bir eğitim ve hafızasızlık mevcut; eğitimle hafızasızlık el ele yürüyen bir hadise zaten. Bugün ortalama nüfusu 28 yaş olan Türkiye’yi şekillendiren maalesef bu olgu. Bunun önünün alınması şart, bu bir. Bu bir kamu görevidir; hükümetlerin buna el atması gerekiyor. Bunun bir de hukuki boyutu var. Irkçılığın, ayrımcılığın, Yahudi düşmanlığının, Hıristiyan düşmanlığının, her türlü ırk ve dine dayalı düşmanlığın, illa ki cezai ehliyete konu olması gerekiyor. Ayrıca bu ilk yapılması gereken iş ki bir daha yapılmasın. Ayrıca eğitim sisteminin baştan sonra gözden geçirilmesi gerekiyor. O yüzden bu Auschwitz ziyareti, Enver Bey’in bu müstakbel girişimi fevkalade önemli ve Türkiye çapında bir iş haline gelmesi lazım.

Ben oradaki istatistiklere baktım. Türkiye’den gelen maalesef yok. Bunun illa ki hayata geçmesi lazım. Bunu Milli Eğitim Bakanlığı da destekleyebilir. Dünyanın tozpembe olmadığını, insanlığın her türlü tehlikeye, her an için açık olduğunu bilmek açısından, gençlerin kafasında özellikle bunun yer etmesi gerekir. Türkiyeliler Auschwitz’e bakarak, zaman içerisinde kendi bilinçlerini geliştireceklerdir. Ve bu bilinç kendilerine ve kendi tarihlerine bakmalarına da sağlayacaktır, kolaylaştıracaktır ve değiştirecektir.

Anma töreninin akışı nasıldı?

Tören çok etkileyiciydi. Açıkçası orada hahamların söyledikleri çok derindi. Hıristiyan din adamlarının söyledikleri maalesef son derece zayıftı, çok genel geçerdi; İngilizcede ‘nothing to report back home’ derler.

Bosna Müftüsü Ceric fevkalade iyi bir konuşma yaptı. Kimileri Srebrenica ile Auschwitz’i karşılaştırdığı için kızdı kendisine. Bunlara takılmamak lazım; Ceric orada, bütün bilgeliği ile bir şey itiraf etti; “Ben Auschwitz’i Srebrenica’ya kadar bilmiyordum” dedi. Tabii ki biliyordu Mustafa Ceric Auschwitz’i, bilmez mi… Dün onlara, bugün bana demeye getirmeye çalıştı. Bilincin önemine dikkat çekmek açısından söyledi. Bütün peygamberleri andı, tüm kitap peygamberlerini ve ondan öncekileri andı. İbrahim peygamberin bilgeliğinden, Musa peygamberin sabrından, İsa peygamberin sevgisinden bahsetti. Muhammed’den de tabii ki bahsetti. Çok doyurucu, çok derin bir konuşmaydı; dersini çalışmış, diğerleri gibi değildi.

İzmir doğumlu ama bir yaşındayken Fransa’ya gitmiş, orada tutuklanmış bir Rafael Bey vardı. Kendisi Auschwitz kurtulanlardan biriydi. O şöyle bir ifade kullandı, “Bu Avrupa işidir, Müslümanlar bize hiçbir zaman böyle bir eziyeti reva görmediler”. Tabii Filistin’de olur bitenler, İsrail’in korku üzerine, korkudan kalkarak yaptığı hatalar, böyle bir yaklaşımın önemini kanaatimce daha da arttırıyor. Yani önümüzde daha çok yapacak iş var. İnsanlık aslında Şoa’dan ders falan almamış, maalesef almamış. Yapılan hataların hiçbirinden doğru dürüst ders çıkarılmamış. Günümüze baktığımızda en üzücü yanı da bu.

Diğer ülkelerden gelen katılımcılarla tanışma/konuşma fırsatınız oldu mu?

Birçok katılımcı ile konuştum. Uçakta İsrailli yazar ise Avraham B. Yehoshua ile yan yana oturduk, yanımızda bir de Filistinli temsilci vardı. Filistin konusunu uzun uzun konuştuk.

Fransa Yahudi Cemaati – CRIF - Başkanı Richard Prasquier ile konuştum. Fransız Yahudilerinin ve kendisinin temsil ettiği organizasyonun Türkiye ile yakından ilgilendiklerini, Türkiye’nin yeni dış politikasının kendilerinde tereddütler doğurduğunu söyledi. Orada öyle bir algı var ve bu algı önemli. Çünkü Fransa’nın Türkiye’nin AB üyeliğine bakışını biliyoruz. Fransa’daki Yahudi toplumunun ne kadar önemli ve büyük olduğunu biliyoruz. ABD’den sonra ikinci büyük Diaspora; Diaspora bile değil aslında onlar oralı, onlar Fransız Yahudi’si. Demek ki orada yapılacak iş var, 2009 yılında Türkiye Mevsimi kapsamında yapılan çalışmalar işe yaramamış ya da yarasa bile etkisini kaybetmiş olup bitenlerden sonra. Burada açıkçası hükümete görevler düşüyor. Hükümetin, dengeli bir yaklaşıma tekrar rücu etmesi fevkalade önemli. Ben 27 Ocak münasebetiyle dışişleri bakanı temsilcisi ve İstanbul Valisi’nin ilk defa Neve Şalom’daki anma törenine katılmalarını fevkalade önemli buluyorum. Bunun inşallah arkası gelecektir. Burada hükümet, belki ilk kez bu kadar açıklıkla, Şoa ile İsrail’in politikalarının arasında bir fark olduğunu ima etmiş bulunuyor. Bu çok önemli.

Auschwitz’den biraz uzaklaşacak olursak, Türkiye’de özellikle medyadaki antisemitizm hakkında ne düşünüyorsunuz?

Konu fevkalade önemli. İsrail düşmanlığı ile antisemitizm arasında hiçbir çizgi kalmadı. Ama bunu Türkiye’de topyekûn bir nefret söylemi çerçevesinde değerlendirmek gerektiği kanaatindeyim. Nefret söylemi ve nefret suçu. Bunun üzerine çalışan gruplar var. Türkiye’deki Yahudi düşmanlığı ile Ermeni düşmanlığı ve Rum düşmanlığı aslında çok farklı değildir. Gayrimüslim düşmanlığı olarak tecelli eder hatta. Pek çoğu da Yahudi ile Hıristiyan’ın farkını bile bilmez.

Nefret söylemi sadece dini azınlıklarına yönelik değil, genel bir nefret söylemi. Kendinden olmayanı dışlayan, cemaatçi - cemaat derken Müslüman cemaati değil, her türlü cemaatten bahsediyorum - bir nefret söylemi Türkiye’de maalesef çok yaygın. Bu travestiler için de geçerli, homoseksüeller için de geçerli, sakatlar için de geçerli. Türkiye 8,5 milyon sakat var ve maalesef onların hiçbir yaşama hakkı yoktur, kimse yüzlerine bakmaz, iter geçerler. Bunun çaresinin ilk aşamada illaki hukuki olması lazım. Hukuken yapılacak iş, atılacak adımlar var. Türkiye’nin aynı gelişmiş ülkelerdeki gibi dört dörtlük bir nefret söylemi karşıtı yasayı veya TCK içerisinde ilgili maddelere sahip olması gerekiyor. Nefret söyleminin nefret suçunu dönüştüğü andan itibaren cezalandırılması lazım ve emsal teşkil etmesi gerekiyor ki insanlar konuşurken, atıp tutarken, Yahudiler hakkında konuşurken, Kürtler, travestiler hakkında konuşurken, ağızlarından çıkan lafı bir kere daha tartıp ona göre sarf etsinler. Bundan kaçış yok. Ondan sonra orta ve uzun vadede bu işin bir eğitim boyutu var. O da öyle kolay değil. Buradaki eğitim sisteminin ne kadar zayıf olduğunu hatırlayacak olursak, çok uzun vadeli bir iş maalesef. Burada iş cemaatlere, özellikle organize Müslüman cemaatlere çok iş düşüyor. Onların, yöneticilerinin, düşünce adamlarının, kanaat önderlerinin nefret söylemine karşı hassasiyetlerini biliyoruz. Bunların daha fazla ortaya çıkmaları, daha duyulur hale gelmeleri gerekiyor. Camilerdeki Cuma vaazlarında bu tip şeylerin dile getirilmesinin artık ziyadesi ile zamanının geldiğini düşünüyorum. Madem ‘Yaradılanı Yaradandan dolayı seviyoruz’ deniyor, hepimiz Allah’ın yarattığı isek eğer, dolayısıyla aramızda hiçbir ayrımcılığın olmaması gözetilmemesi gerekiyor.