Defne’nin ölümü ve ahlâk bunalımı

Köşe Yazısı
9 Şubat 2011 Çarşamba

David Ojalvo


“İnsanlık” kelimesi size ne ifade eder?

Nerede başlar insanlık, nerede biter?

Birey olarak bu kavramın neresinde duruyoruz? Toplum, dünya nerede duruyor?

İnsanlık ile birbirine bağlı olduğuna inandığım bir kelime daha var: anlayış.

Neyi, ne kadar anlayabiliyoruz? Anlamaya gayret ediyoruz? Önyargılarımız anlayışa ne ölçüde gölge düşürüyor? İnsan kimliği üzerinde taşıdığımız etiketlerin yeri nedir bu kapsamda?

Kavramlar üzerine düşünürken, bir de sorumluluk geliyor aklıma. Uzak veya yakın, acı olaylar karşısında öncelikli olarak bireyin sorumluluğu nedir? İnsan, kendi hayatı adına ne kadar içselleştirebilmiş insanlık ve anlayışı? Karşıdakini, ötekini yargılamak, önyargılar oluşturmak bireyin kendi yaşamına, kendi iç dünyasına bakışından temel almıyor mu sonuçta?

***

Önceki hafta iki olay bana bu soruları yeniden düşündürttü. Biri toplum genelini ilgilendiriyordu, diğeri kendi yaşamımdan.

Televizyon izlemediğinden ötürü, Defne ismini ancak üst manşetlere taşınan Defne’nin ölümünün haberiyle öğrendim. Ne kadar çok sevildiğini, nasıl öldüğünü, onun hayatına dair çeşitli detayları yine gazete sayfalarında okudum. İnternette ve köşe yazılarında bu habere dair de sayısız yorumu.

Üzüldüm ve ürktüm.

Genç yaşta ölümler daha bir kabullenilemezdir. Televizyon camiasından, sevilen ve toplumda olumlu duygular uyandıran genç bir insanın ölmesi fikri yeterince iç kapayıcı. Daha fazla bilgiye, yoruma gerek olmaz, olmamalı böylesi durumlarda. Ne var ki cereyan eden tartışmalar, birçok açıdan toplumun ciddi bir ahlâk bunalımı içinde olduğunu bir kez daha telkin etti bana. İnsanlığın yerini tespit etmekte zorlanıyorum, anlayışın izine rastlayamıyorum. Garip formüller, acayip algılamalarla kirli ve çirkin damgalamalar görüyorum sadece. Ne kadının adı kalıyor, ne de erkeğin. Tüm bu örüntüyü düşünerek aynaya bakmaya çalışıyorum ve bu çirkinliğin içinde zorlanıyorum. Sanırım en büyük noksan da insanın kendi algılayışını yitirmesinde. Ölenler için de kalanlar için de bir anlayışın kaygısının taşınamamasını, ancak böyle açıklayabiliyorum.

***

Hayatımdaki olayı, köşe yazıma şimdilik aktarmayacağım. Yaşadıklarımı çözümleme gayretindeyim ve kötü deneyimi tecrübe olarak saymak istemiyorum bu kez. Şu kadarını paylaşabilirim: tarafsız olmanın, tarafsız kalmaya çalışmanın ağırlığı meşhurdur. Bir de farklılıklarınız bu tarafsızlık çabasının üzerine eklenince, ahlâk bunalımının en ücra köşeleri de etkilediğinin ayırdına varıyorsunuz.

Çağrışımlarım Jean-Jacques Rousseau’ya uzanıyor. Maddi kurallar olmasa, tahammülsüzlük neleri daha fazla yıkardı? Düşünemiyorum, düşünmüyorum.

Ahlaki sıkıntıların çözümü nedir peki? Anlayış ve insanlık nasıl hakim kılınabilir? Soruların yanıtı yeterince net: ellerinize, yüzünüze bakın. Empati kavramı yerinde duruyor. Ölüme karşı yaşam, maddiyatla değil, maneviyatla var.