NURAY MERT ile keyifli bir pazar sohbeti

Geçen sene başlattığım ve ilginizi çektiğini düşündüğüm gazeteci / köşe yazarı röportajlarıma kaldığım yerden devam ediyorum. Bu seneki ilk konuğum (daha doğrusu güzel bir Pazar sabahı ben onun evine konuk oldum) güçlü kalemi ve yoğun bilgisiyle yoğrulmuş makalelerini keyifle okuduğumuz, ekrandaki tartışma programı Basın Odası’nın karizmatik hanımefendisi Nuray Mert.

Aylin YENGİN Söyleşi
9 Şubat 2011 Çarşamba

Öncelikle herkesin merak ettiği bir soruyla başlayalım: Neden Milliyet’e geçtiniz?

Açıkçası Hürriyet gazetesine çok alışamamıştım. Bunu bir eleştiri olarak söylemiyorum, ama Hürriyet tarz olarak bana çok da uygun değildi. Zaten Radikal’den sonra, Milliyet’te yazmanın bana daha uygun olacağını düşünmüştüm, ama sonra çeşitli nedenlerden dolayı olmadı. İkincisi, Hürriyet gazetesinde sayfam bir türlü sabitlenmedi, o da bir şikâyet nedeni oldu. En sonunda da Ankara baskısında bir yazımın çok ücra bir köşeye konması, bu kararı vermeme neden oldu. Grup içinde bir gazeteden diğerine geçmek çok şık bir davranış olmayabilir, ama zaten Hürriyet’te uzun soluklu olmazdım.

Milliyet’in Hürriyet’ten daha düşük tirajlı olması sizi endişelendirmiyor mu?

Ben hiçbir zaman çok tirajlı gazetelerde yazmadım; popülerlik gibi ihtiraslarım hiç olmadı. Radikal’deki yerimden de gayet memnundum, oysa bildiğiniz gibi onun tirajı daha da düşüktü. Radikal ve Milliyet benim yazı türüme daha uygun gazeteler, o yüzden böyle bir kaygım yok.

Atmacalarla dolu bir medyada çok sağlam duran bir kadın gazetecisiniz. Kendinizi ispatlamak, sözünüzü dinletmek zor oluyor mu?

Hayır, bu konuda hiçbir zorluk çekmiyorum ya da kadın olmanın hiçbir olumsuz yanını görmedim. Diğer kadın meslektaşlarıma haksızlık etmek istemem, ama ben kadın olmak hasediyle hiçbir ayrımcılık görmedim. Biraz da gazetecilik ile köşe yazarlığı arasındaki farktan kaynaklanıyor olsa gerek. Gazeteci arkadaşlarımın şikâyetleri olabilir ama biz gazetecilik yapmıyoruz, yöneticilik yapmıyoruz. Köşe yazmak daha bağımsız bir pozisyon; o konumda da kadın ya da erkek olun bir şey fark etmiyor. Ben medya dünyası dışında da, Türkiye’deki burjuva kadınların çok da şikâyet edeceği bir sosyal ortamda yaşadıklarını düşünmüyorum.

Televizyon programınız devam ediyor. Canlı yayında tartışmak nasıl bir duygu?

Benim için pek zorluğu olan bir şey değil, zaten çok konuşkan bir insanım. Yaptığım işlerin çoğu konuşma üzerine kurulu – ders vermek de, katıldığım çeşitli sohbetler de, tartışmalar da öyle. Kendimi ‘sözel’ bir insan olarak görüyorum, konuşmak beni hiç rahatsız etmiyor; tam tersine kendimi konuşarak çok daha rahat ifade edebildiğimi düşünüyorum. Canlı yayını, bant yayına tercih ediyorum, sohbet daha enerjik ve kendi kontrolünüzde oluyor.

Ama ağzınızdan çıkan kelimenin geri dönüşü yok…

Doğru, ama bu normal hayatımızda yaptığımız her konuşma için de geçerli. Her an kontrollü olmamız gerekiyor, medeni olmak bunu gerektirir. Onun ötesinde, yanlış anlaşılmalar olabilir. Normal hayatımızda yanlış anlaşılmasından çekinmediğimiz bir konuyu canlı yayında binlerce insanın önünde söylemek insana bir bariyer getiriyor. Zaten Türkiye çok gergin bir toplum, her şeyin yanlış anlaşılma riski var.

Çok cesur bir kaleminiz var. Ama dönüp geriye baktığınızda, “şunun şurasını da abartmışım” dediğiniz bir köşe yazınız var mı?

Hatırladığım, öyle büyük bir pişmanlık yok. Tabii hatırlamadığım bir şeyler olabilir; neticede yazdığım yazılara dönüp yeniden bakma fırsatım olmuyor. Tabii ki, yazdıklarımı unutup tamamen başka telden çalmıyorum. Böyle bir şey zaten mümkün olamaz. Bir konuda bir görüşünüz ve tutumunuz varsa, aynı çizgide devam edersiniz.

Özel hayatınızda da bu kadar cesur musunuz?

Cesaret türleri değişiktir, biliyorsunuz. Ben birçok konuda son derece korkağımdır, mesela hızlı araba kullanmak gibi ya da tehlikeli sporlar yapmak gibi… Bu tür konularda fazlasıyla ihtiyatlı bir insanımdır. Onun dışında da kendimi çok cesur bulmuyorum, çünkü biz ne de olsa tuzu kuru insanlarız. Bizim gibi sosyal konum itibarıyla avantajlı olan insanların riske edecekleri şeyler azdır. O yüzden kaybedecek çok şeyi olan insanlara kıyasla bazı şeyleri daha rahatlıkla söylerim. Doğru bulmadığım şeyleri eleştirmek için bu kredimi kullanmam gerektiğini düşünüyorum. Oysa çoğu insan bunu yapmıyor; cesur olan ben değilim, benimle aynı konumda olup da çekimser ya da ihtiyatlı olanlar cesaretsiz bence.

Şimdiye dek yayınlanmış dört kitabınız var; yeni bir kitap projeniz olacak mı?

Onlara kitap gözüyle bakmıyorum pek; derme çatma, derleme yazılarıydı – içlerinden bir tanesi doktoramın çevirisiydi. Aslında o kadar çok yazmak istediğim konu var ki, ama oturup salim kafayla yazmak istiyorum. Biraz güncel siyasetle arama mesafe koymam lazım, ama şu anda çok yoğun bir hayatım var ki, saniyeleri hesaplayarak yaşıyorum. Kitap yazmak çok zor ve çok zaman istiyor, bu işi ileriki yıllara bıraktım.

Politikaya atılmayı düşünüyor musunuz?

Kesinlikle hayır!

Gelecek seçimler konusunda ne düşünüyorsunuz? Sonuçlar hakkında genel bir tahmininiz var mı?

Ben çok seçim tahmini yapabilen biri değilim, yüzde tahmini filan yapamam, çok da sıhhatli olmaz zaten. Türkiye gibi bir ülkede seçim sonucunu belirleyen faktörler o kadar fazla ki… Şu an seçimlere daha 5 ay var, dünyada bile dengeler bir anda alt üst olabiliyor. Ama AKP’nin 3. kez ve büyük çoğunlukla iktidara geleceğini söylemek, o kadar da büyük bir öngörüşlülük sayılmaz. Ama diğer partilerin durumu ya da BDP gibi önemli bir hareketi temsil eden muhalefet partisinin barajı aşıp aşamayacağı konusunda bir tahmin yürütemiyorum.

Peki AKP üçüncü dönemde de aynı başarıyı sürdürür mü?

Ben AKP’nin ikinci döneminin başarılı olduğunu düşünmüyorum. Ekonomik göstergelerden fazla anlamam, benim ilgilendiğim siyasal, sosyal göstergelerdir. Ve bu açıdan birinci dönemde çok önemli bir başarı sağlamışlardı. Kendilerine çok kuşku ve önyargıyla bakılan, üzerlerine fazlasıyla yüklenilen bir dönemde, her şeye rağmen sosyal gerilimi düşürmeyi başarmışlardı. Fakat maalesef ikinci dönem kendilerinden beklenen başarıyı gösteremediler. Üçüncü döneme gelince, zaten böyle bir süreçten sonra ‘iktidar yorgunluğu’ denilen şey oluyor. Bunun yanında Türkiye’de giderek yükselen tansiyonu, anayasa gibi, Kürt meselesi gibi çözüm bekleyen sorunlarını da yok sayamayız.  Bunlar da ister istemez hem iktidar, hem de muhalefet partilerine ağır bir sorumluluk yüklüyor.

Dünya görüşlerinin aksine, gücün yanında yer almayı tercih eden aydınlar hakkında ne düşünüyorsunuz? Basın dünyasında bu karakterlerden çok var mı?

Bu maalesef bütün toplumlarda, bütün tarihlerde bu şekilde. Çok sayıda insan, gücün yanında yer almayı tercih eder çünkü daha konforludur. Ayrıca içinde bulunduğumuz politik atmosfer bu tür karakterlere çok müsait, bu durumu teşvik ediyor. Tabi bu durumda, bu olay kişilerden bağımsız, toplumsal bir soruna dönüşüyor ve siyasetin kalitesini düşürüyor. Benim üzüldüğüm şey, bir mesafe koyma lüksüne sahip olanların buna yanaşmamaları ve çok kolay çözülmeleri.

Azınlıklara ya da etnik gruplara gösterilen ‘tolerans’ konusundaki düşünceleriniz?

Bu dönemde baştaki muhafazakâr bir iktidar bence bu konuda olabildiğince hassas davranmaya özen gösteriyor. Bu konuda bir hassasiyet, muhafazakârlarda da bir kuşku olduğu için bence bazı açılardan bu tolerans fazlasıyla vurgulanıyor. Ayrıca iktidar demokratik bir değişim iddiasında olduğu için azınlıklar ve tolerans konusu sürekli gündeme geliyor. Ama genel anlamda azınlıklar meselesi o kadar kolay çözülecek bir sorun değil. Öncelikle belirleyici olan dini ayrımlar ve bu sadece bizim toplumumuza yönelik bir sorun değil. Aslında her toplulukta, sayıca üstün olan taraf kendisine rağmen bir baskı unsurudur. Çoğunluğu temsil edenlerle azınlıklar arasında hep asimetrik bir ilişki vardır. Ben buna ‘çoğunluk hoyratlığı’ diyorum. Bu tabii daha muhafazakâr çevrelerde, gayrimüslimlerle hiç karşılaşmamış insanların yaşadıkları bölgelerde daha fazla.  

Peki ya antisemitizm?

Bence antisemitizm meselesi, azınlık sorunundan daha önemlidir ve Türkiye’de yaşayan Yahudilerden bağımsız bir meseledir. Antisemitizm dünyanın her yerinde, her dönemde görülmüş bir olgudur. Bunun ötesinde Türkiye’de, mevcut cumhuriyetçi bakışa tepki ya da alternatif bir bakış açısı olarak, daha çok muhafazakâr toplumda gelişen bir antisemitizmden söz edebiliriz. Antisemitizmin en önemli boyutu modernizm ile hesaplaşmadır. Modernizme karşı olan her türlü tepki Yahudi’de cisimleşir. Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülüş nedeni dahi Yahudilerden bilinmiştir. Bütün muhafazakârların üstat olarak kabul ettikleri Necip Fazıl Kısakürek, bütün tarihin yükünü Yahudilere bağlayan çok aşırı bir antisemitti ve Yahudileri bu topraklara kollayan Kanuni’yi de bu yüzden hiç sevmezdi. Dolayısıyla muhafazakârların çoğunlukta olduğu ve düşünce kaynaklarının bu gibi bilgilerden beslendiği bir ülkede antisemitizm yoktur denilmesi çok tuhaf bir iddiadır, aksine Türkiye’de çok güçlü bir antisemitik gelenek vardır. Maalesef İsrail’in son dönemdeki dış politikaları da bu durumu meşrulaştırmaya yardımcı oluyor.

Kurtlar Vadisi Filistin geçen hafta vizyona girdi. Her ne kadar dine değil, ülkeye yönelik bir yapım olduğu söylense de, sizce Türkiye’deki Yahudi cemaatinin üzerinde olumsuz etkileri olur mu?

Filmi geçen gün izledim. Maalesef çok saldırgan, aşırı şiddet eğilimli ve tehlikeli bir film. Özellikle de “Size bu toprakların neresi vaat edildi bilmiyoruz, ama biz size altını vaat ediyoruz ” repliği. Yahudiler bunu kutsal kitaplarıyla alay etmek olarak, hatta doğrudan bir tehdit olarak algılayabilirler. Bu tür tehditler hangi gruba yöneltilirse yöneltilsin insanları endişelendirir. Kurtlar Vadisi gerek dizi, gerekse film olarak genelde tehditkâr ve şiddeti öven, kabadayılığı özendiren bir yapım. Bu da onun antisemitik versiyonu. İsrail bahane edilerek bunun tırmandırılmasına yol açılmış. Aktör de maalesef kendini tamamen rolüne kaptırmış, karakteriyle özdeşleşmiş bir durumda. Bu filmin doğrudan Türk Yahudi Cemaati’ne olumsuz bir etkisi olur mu bilemiyorum, ama böyle antisemitik bir atmosferin sürekli canlı tutulmasını ve “Yahudiler değil İsrail eleştiriliyor” bahanesine sığınılmasını çok yanlış buluyorum.

Doç. Dr. Nuray Mert kimdir?

1960 Trabzon doğumlu. Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Tarih bölümlerinde lisans eğitimi alan Mert, aynı üniversitenin Tarih Bölümü’nde yüksek lisansını, Siyaset Bilimi bölümünde de doktorasını tamamladı. Çeşitli üniversitelerde ders veriyor. Radikal ve ardından da Hürriyet gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı. Şu sıralar TV programının yanı sıra, yazılarına Milliyet gazetesinde devam ediyor.