El-Cezire’nin gücü

3 Kasım 2010 tarihli bir yazımda; “Mısır’da cumhurbaşkanlığı görevinin sorunsuz devredilememesi durumunda, iktidar Müslüman Kardeşlerin eline geçebilir mi?” sorusunu yöneltmiştim. Aradan üç ay gibi kısa bir sürenin geçmiş olmasına rağmen konu günümüzde güncelliğini fazlasıyla koruyor. 27 Ocak Uluslararası Yahudi Soykırımı Kurbanlarını Anma Günü’nde, Neve Şalom Sinagogu’nda düzenlenen resmi tören, bir ilk olarak tarihe geçti. Verilmek istenen mesaj neydi?

Yakup BAROKAS Köşe Yazısı
2 Şubat 2011 Çarşamba

Tunus’da ‘Yasemin Devrimi’ sonrasında ayaklanmalar domino etkisi yarattı, önce Lübnan sonra Yemen ve Mısır’a yayıldı.

Mısır, Yemen ve Tunus’un benzer özelliği, her üç ülkenin de uzun yıllar demokrasiden uzak, otoriter rejimler tarafından idare edilmiş olmalarıdır. Yemen’de Ali Abdullah Salih 30 yıldır devlet başkanlığı koltuğunu bırakmaz iken Tunus 23 yıldır Zeynel Abidin Bin Ali tarafından demir yumrukla yönetildi.

Mısır’da da 1981 yılından beri cumhurbaşkanlığı görevini yürütmekte olan Hüsnü Mübarek’in yılsonu gerçekleşecek seçimlerde bu görevi oğlu Cemal’e devretmesi bekleniyordu. Ancak sokaklara dökülen halk, “Cemal babanı da al git” türünden pankartlar taşıdı ve demokratik taleplerde bulundu. Mübarek’in İstihbarat Şefi General Ömer Süleyman’ı devlet başkanı yardımcılığına getirmesi ve Cemal’in adaylığının söz konusu olmayacağının işaretini vermesi de ortalığı yatıştırmaya yetmedi.

İktidarların darbe yoluyla el değiştirdiği,  ekonominin dibe vurduğu Ortadoğu ülkelerinde halk hareketlerine ilk kez tanık olunmakta…

Nobel ödüllü eski Atom Enerjisi Ajansı Başkanı Muhammed El Baradey’inMısır’da başını çektiğimuhalefet ile ‘Müslüman Kardeşler’ şu anda aynı safta görünüyorlar. Mübarek, ödün vermeksizin eylemcilere karşı en sert tedbirleri uyguladı. Twitter, facebook gibi sosyal paylaşım sitelerine, cep telefonlarına erişim engellendi, sokağa çıkma yasağı getirildi.

Ortadoğu’da bir istikrar unsuru olarak görülen Mısır’da rejimin geleceği belirsizlikler içermeye devam ederken batı, iktidar değişikliği durumunda, yıllar boyu örgütlenmiş olan ‘Müslüman Kardeşler’in liberal muhalefeti bertaraf ederek, İran örneğinde olduğu gibi tüm iktidarı ele geçirmesinden endişe ediyor…

Diğer yandan Hizbullah Lübnan’ı, İran’a bağımlı veya aynı ilkeler doğrultusunda yönetilen bir ülkeye dönüştürmeyi amaçlamakta… 

Medyanın gücü biliniyor. Ancak Katar Emir’inin başlangıçta yapmış olduğu 150 milyon dolarlık mali yardım ile yayına başlayan ve her yıl aynı kaynaktan verilen destek ile yayınlarını sürdüren ‘El-Cezire’nin bölgedeki etkisi diğer güçlü medya kuruluşlarının çok ötesinde...

Söz konusu televizyon kanalının uydu aracılığıyla tüm Ortadoğu’da izlenebiliyor olması bölgedeki medya tablosunu da değiştirdi. ‘El-Cezire’nin getirdiği ifade özgürlüğü ve şeffaflıktan tedirgin olan demokrasiden yoksun Arap ülkeleri bu kanalın yayınlarına karşı ciddi tedbirler almak zorunda kaldılar. Örneğin 1999’da ‘The Opposite Direction’ adlı canlı bir yayında, Cezayir hükümeti ciddi olarak eleştirilince, hükümet programın izlenmesini önlemek amacıyla başkentte elektrikleri kesmişti. Mübarek de son olaylar üzerine ‘El-Cezire’nin yayınlarını durdurttu.

Petrol rezervleri sayesinde yüksek bir yaşam standardına sahip olan Katar çok yönlü, pragmatik ve bağımsız bir politika yürütmektedir. Katar, Gazze olaylarına kadar, oldukça düşük düzeyde dahi olsa, Körfez ülkeleri arasında İsrail ile ilişkilerini sürdüren tek devlet oldu. Hatta bir dönem İsrail Katar’da ticari bir büro dahi açtı.

 Katar, Hizbullah ile de diyalogunu canlı tutarak bu çok yönlü siyasetini sürdürmektedir. Nitekim geçtiğimiz ay içinde Katar Dışişleri Bakanı Şeyh Hamad Bin Kasım, Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ve Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah bir araya gelerek Lübnan’la ilgili son gelişmeleri değerlendirdiler.

 Katar, bir yandan Hizbullah ile ilişkilerini sürdürürken, diğer yandan da destek verdiği ‘El-Cezire’ televizyonu aracılığı ile diğer Arap ülkelerindeki halk ayaklanmalarına ivme kazandırmaktadır. Bu durum, Ortadoğu’da parametrelerin ne kadar karmaşık ve sorunlu olduğunu ortaya koyuyor. Sancılı bir dönem geçiren bölge ve Arap ülkeleri pek çok ilke gebe görünmekte...

Mısır’ın geleceği ise muhalefetin direncini sürdürüp sürdüremeyeceğine, ordunun ve bir ölçüde demokratik seçimlerden yana olan ABD’nin tutumuna da bağlı görünüyor. Arap dünyasında halk ayaklamaları bir ülkeden diğerine sıçrarken acaba Kralı Abdullah sıra Ürdün’e de gelir mi endişesini taşıyordur herhalde… 

YAHUDİ SOYKIRIMINI ANMA GÜNÜ

Diğer bir ilk de geçtiğimiz hafta Türkiye’de yaşandı. BM Genel Kurulu’nun 2005 yılında aldığı bir karar çerçevesinde ‘27 Ocak Uluslararası Yahudi Soykırımı Kurbanlarını Anma Günü’ dolayısıyla Neve Şalom Sinagogu’nda ilk kez resmi bir tören düzenlendi. 

Diğer bir ilk de törende Dışişleri Bakanlığı’nın büyükelçi düzeyinde temsil edilmiş olmasıydı. Bakan Ahmet Davutoğlu gönderdiği mesajda;“ ‘Türkiye, insanlığa karşı emsalsiz bir suç olan Yahudi soykırımının hatırlanması ve bu tarifsiz vahşetten gerekli derslerin çıkarılması için uluslararası düzeydeki bilinçlendirme çabalarına desteğini maddi ve manevi olarak sürdürecek, bu doğrultudaki ilkeli politikasını her zaman muhafaza edecektir” sözlerine yer verildi. Ayrıca mesajda 1 Şubat’ta de yapılacak törene Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü temsilen Dışişleri eski Bakanı Yaşar Yakış’ın, hükümeti temsilen ise Devlet Bakanı Egemen Bağış’ın katılacağı ve Auschwitz’in korunması amacıyla oluşturulan uluslararası fona önemli maddi katkılarda bulunulduğu belirtildi.

TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin’in mesajında da; “İnsanlığın ortak vicdanını yaralayan bu trajedi karşısında aziz milletimizin ayrılmaz parçası olan Musevi vatandaşlarımızla aynı duyguları paylaşıyor ve benzer acıların bir daha yaşanmamasını diliyorum” ifadesi kullanıldı.

Törene devlet temsilcilerinin katılması ile verilmek istenen mesaj açık ve netti;  hükümet ne vatandaşı olan Türkiye Yahudilerine, ne de dünya Yahudilerine karşıdır; karşı olunan İsrail politikalarıdır.

 Devlet erkânı anma törenine katılımı ile ayırımcılığa, ırkçılığa, yabancı düşmanlığına, antisemitizme karşı kararlı bir duruş sergilerken, ne yazık ki aynı gün bir basın toplantısı ile tanıtımı yapılan ve sinema eleştirmeni Atilla Dorsay tarafından “etnik ve dinsel düşmanlık tohumları serpen” bir yapıt olarak nitelendirilen “Kurtlar Vadisi Filistin” filmi gösterime girdi.