Hayır deme özgürlüğü

Köşe Yazısı
22 Ocak 2011 Cumartesi

Ralf Arditti


Hiç Twitter ve Facebook üyesi olmadım. Kesinlikle yaşımdan (!) dolayı değil. Üstelik bilgisayarla aram bir hayli iyidir hatta sık sık Google’a başvururum, yazılarımın altyapısını hazırlamak için…

Fakat yıkılmak istemiyorum, korkunç bir mesaj trafiğinin altında. Neredeyse işler kontrolden çıkmak üzere. Şu sayılara bir bakın:

Facebook uploads: 700 / her saniye

Twitter tweets:      600 / her san.

***

Google arama        : 34.000 / her san.

Yahoo arama         :   3.200 / her san.

Sosyal ağlar üye olanların aklını mı çeliyor? Yoksa onlara yepyeni arkadaşlıklar ve ufuklar mı açıyor?

Kim olduğunuza bağlı! Bilişim ve yeni iletişim cihazları meraklısı iseniz ve ani gelişmeleri takip etmek istiyorsanız, her yeni haber sizi acayip ilgilendiriyorsa, o zaman Twitter veya Facebook’un normal yaşamınızın içine girmesine olumlu bakıyorsunuz demektir.

Ne yapmak istediğinize bağlı! Gelen mesajları toparlayıp sosyal eğilim değerlendirmesi mi amacınız? Bir gazeteci arkadaşımın Twitter’da 1400 takip edeni var. En ufak olayda dahi milletin ne düşündüğünü soruyor ve gelen yanıtlardan sonuçlar çıkarıyor. Sonra kendi analiziyle harmanlayıp ileriye dönük yazı döşüyor. Hızlı, efektif ve sonuca yönelik! Fakat kalıcı mı?

Tahlilimizin kalıcı ve derin olması için ‘kendimizi korumamız gerek!’ Nasıl? Gelen verilerin frekansıyla çıkan bilgilerin temposu arasında sağlam bağlar olmalı. İzah edeyim:

Diyelim ki küçük bir şirketin genel müdürüsünüz ve size her saat (hatta isterseniz her dakika) stok ve nakit durumunu veren bir yazılım satın aldınız ve kurdunuz. Bunların jenerik adı: Enterprise Resource Planning (ERP – Kurumsal Kaynak Planlaması). Firmanın tüm kaynaklarını (nakit, mal akışı, insan kaynakları, alacak/borç) üst yönetime rapor etmek için fevkalade bir araç. Her şey kontrolünüz altında. Uygulaması çok güç olmakla birlikte öğrenildikten sonra müthiş verimlilik sağlıyor.

Bir farkla! Saat başı size rapor edilen stok durumunu bildiniz, ne yapacaksınız? Baktınız ki stoklar şişmiş, takip eden saatte hemen fiyatları indirip likidasyona mı gideceksiniz? İçinde bulunduğunuz piyasa saat başı fiyat indirimine ve satışa uygun mu? Yok değilse, saat başı stok bilmeye gerek var mı? Yok!

O halde stokları akşamdan akşama alalım diyebilirsiniz. Gıda perakendeciliği gibi hızlı çalışan işler için geçerli olabilir. Hemen ertesi gün raflarda olmayan ürünleri sipariş etmeniz ve getirtmeniz

müşteri memnuniyeti bakımından gerekli.

Fakat iş alanınız bu kadar hızlı karar almaya uygun değilse, bu şekilde art arta gelen veriyi ne yapacaksınız? Sizi boğabilir de!

Önümüzdeki yıllar bilgi eksikliğinin değil, veri fazlalığının ve seçme hakkının patlayacağı dönem olacaktır. Baş döndürücü bir hızla üzerinize gelen tren misali nereye kaçacağımızı, neye inanacağımızı, neyi seçeceğimizi tespit etmekte zorlanacağız. “Durdurun dünyayı, inecek var” demeye varacak üzerimizdeki yükler.

Bir araştırmaya göre seçme opsiyonlarının fazlalığı tüketiciyi özgür kılmak yerine onu daha da ‘köleliğe’ itiyor. 20 yıl önce 15 tip deterjan vardı, bugün en küçük süpermarkette 45 çeşit. Hangi birini alacaksın?     

Sonuçta tüketici bir üst markaya güvenmeye karar veriyor ve icabında onun alt markalarını satın alıyor veya kendi adına yapılan seçimin sağlığına güveniyor. Büyük şirketler artık ürün yelpazelerinde azalmaya giderek tüketicinin ‘kafa karışıklığını’ önlemeye çalışıyorlar.

Facebook’dan gelen mesaj seli veya süpermarketteki ürün bolluğu, modern dünyanın bize verdiği seçme özgürlüğü mü yoksa karmaşa esareti mi?

Özgürlüğümüzü yeniden kazanmak için gereğinde HAYIR demeyi bileceğiz!