Budapeşte: Zamana direnen şehir

Köşe Yazısı
12 Ocak 2011 Çarşamba

David Ojalvo


2010 yılının son perşembesinde, öğleden sonra gün batımına karşı uçuyoruz Budapeşte’ye annem ile. Batan güneş mavi gökyüzünü bir ihtişamla kızıldan turuncuya boyuyor. Bulutlar kar misali. Fazla yolcusu bulunmayan uçakta gökyüzünün renkleri gölgelere karışarak soluyor. Annem doğup büyüdüğü, ilk gençliğini geçirmiş olduğu şehre yeniden gidebilmenin mutluluğunu yaşarken, bu seyahat, benim için daha çok uzun zamandan sonra fırsatını yakaladığım bir tatil.

Uçak alçalıp, bulutları geçtikten sonra, bir sis örüntüsünün içinde iniyoruz piste. Hava çok soğuk, eksi altı, eksi yedi derece civarında. Rahatsız etmeyen, nemi düşük, hoş bir soğuk bu… Havaalanından şehre doğru yol aldıkça, Budapeşte sokakları, binaları, tramvayları, yılbaşı için ışıklandırılmış ağaçları ile bizi karşılıyor. Dört yıl aradan sonra şehre olan bu ziyaretimde algıladığım, pek bir değişimin olmadığı. Binalar aynı, dükkânlar aynı, detaylar aynı; konaklayacağımız yerin çalışanlarına kadar bir farklılık göremiyorum. Sanki daha dün ayrılmış gibiyim şehirden. Annem gözlemlerimi doğruluyor, Budapeşte’nin hâlâ çocukluğundaki şehir olduğunu söylüyor.

Farklılıklar üzerine düşünürken, elbette ki kıyasladığım şehir İstanbul. Ocak 2008’de Nişantaşı üzerine yazdığım bir makalemin üzerine, üç yıl aradan sonra, değişim adına bir o kadarını daha yazabilirim. En basit örnek: Budapeşte’de sekiz yaşımda gezindiğim cadde aynı taşlarla dururken, Abdi İpekçi Caddesi yeniden yapıldı. Budapeşte’den bakınca “gereği var mı”, “bu bir savurganlık mı” diye ister istemez soruyor insan.

Budapeşte’de açık seçik görebiliyorum ki teknoloji çok dikkatli ve hassas bir biçimde katılıyor şehre. Yıkmaktan çok, eski binaların restorasyonu tercih ediliyor. Şehir adına alınan bir teknoloji, işlevsel olduğu sürece, kolay kolay terk edilmiyor. Böylesi de, çocukken anneanneme yaptığımız ziyaretlerde, o döneme ait fotoğrafların hafızımdaki kalıcılığı pekiştiriyor. Tramvay, aynı sarı tramvay örneğin, pazar yerleri öyle, poşetlenmiş süt de… Tatlar ve kokular tanıdık. Eskinin, işlevsellik söz konusu olduğunda, korunabileceğini anlıyorum. Reklâmların ve tüketim anlayışının bizi özendirmeye çalıştığı üzere, yeni olarak sunulanlara ne ölçüde ihtiyacımız var? Sürekli çıkan üst model araç gereçler, gerçekten hayatlarımızda anlamlı bir değişiklik yaratıyor mu? Üstüne üstlük sizinle beraber yaşlanan bir şehir, bir ev, bir tramvayın veya eşyaların yoldaşlığından doğabilecek sıcak duyguları hissedebiliyorum.

***

Yeni yılın ilk pazar gününde operaya gitmek, bu küçük tatilimin keyifli etkinliklerinden biri oldu. Puccini’nin ‘La Boheme’ adlı yapıtını, 1884’de açılan ve neo-Rönesans mimarisine göre yapılan salonda izlemek kalıcı bir deneyim. Zengin dekora sahip devlet opera binasının gravürleri, işlemeleri görsel bir ziyafet… Büyük amcamın bir zamanlar aynı sahnede La Boheme’deki garsonu canlandırdığını öğrenmekse farklı bir renk katıyor o özel akşama. İçimi burkan ise, iki yılı aşkın bir süredir kapalı duran ve akıbetinin ne olacağını bilmediğim Taksim’deki Atatürk Kültür Merkezi. Ülkemize, İstanbul’a, sanatseverlere, operaya çok büyük bir haksızlık bu süreç…

***

Çocukluğuma ait birçok güzel anının saklı olduğu bir şehir Budapeşte… Çok erken yaşta kaybettiğimiz anneannemin küçük evindeki zaman, hatırladıkça yine ruhumu ısıtıyor. Örneğin poşet çayı sevmenin bir nedeni belki de, poşet çayın bana anneannem tarafından tanıtılmış olması.

Yeni yıl ilk Perşembe günü İstanbul’a dönerken, Budapeşte’nin zamana fazlasıyla direnen bir kent olduğuna kanaat getiriyorum. Buradan hareketle, hayatlarımızı da zamana direnecek bir şekilde zenginleştirmemiz gerektiğini bir kez daha anlıyorum.