İnsanlığın kendi kalesine attığı 5 gol

Alışılagelmiş üretim süreçleri ve tüketim alışkanlıklarını devam ettirebilmek için doğadan ve onun sunduğu kaynaklardan yararlanan insanoğlu, bu kaynakları sorumlu kullanmadığı zaman kendi kalesine gol attığının farkına varmıyor.

Çevre
30 Haziran 2010 Çarşamba

Talya ENRIQUES ROMANO


Türkiye Ligi’ndeki kıyasıya şampiyonluk yarışını bitirdik derken, 2010 Dünya Kupası  coşkusu futbolu her zaman olduğundan daha fazla gündemde tutuyor bu haftalarda. İki takımın birbirini yenmeye çalıştığı bu oyunda, belki de en trajikomik sahneler bir takımın kendi kalesine gol attığı zaman yaşanıyor.

Tarihin başlangıcından beri doğa ve insanlık arasında da ne yazık ki benzer bir rekabet var. Biricik tek bir dünya, 6.5 milyarlık insanoğlunun isteklerini karşılamak için binlerce yıldır mücadele ediyor. Alışılagelmiş üretim süreçleri ve  tüketim alışkanlıklarını devam ettirebilmek için doğadan ve onun sunduğu kaynaklardan yararlanan insanoğlu ise bu kaynakları sorumlu kullanmadığı zaman kendi kalesine gol attığının farkına varmıyor. Dünya Doğayı Koruma Vakfı (WWF), insanlığın kendi kalesine attığı en kötü beş golü; tasarrufsuz su kullanımı, aşırı balıkçılık, zehirli maddeler ve kirlilik, istilacı türler ve küresel ısınma olarak tanımlıyor.

Hayatı durduran penaltı gölü: TASARRUFSUZ SU KULLANIMI

Su, anne rahminde hayata başladığımız andan itibaren temel yaşam kaynağımızdır. Yiyecek içeceklerimizden fabrikalardaki üretim süreçlerimize, bahçe sulamasından temizlik ve hijyen alışkanlıklarımıza kadar yaşamımızın her alanında sudan faydalanıyoruz. Peki bütün bunları yaparken, su kaynaklarını korumayı başarabiliyor muyuz?

Dünya nüfusunun üçte birinin su sıkıntısı çektiği, her yıl yaşadığımız sel baskınlarının sayısının katlanarak arttığı düşünüldüğünde cevap maalesef “Hayır” ! İlkokul tarih derslerinden hatırlayacağımız dünyanın dördüncü büyük gölü olan Aral Gölü,1960’larda Sovyetler Birliği’nin pamuk üretimini yoğunlaştırmak için gölü besleyen Seyhun ve Ceyhun nehir sularını tarım sulamasına yönlendirmesi nedeniyle %80 küçülmüş durumda. 

Ülkemizdeki durum da iç acıcı değil. Türkiye, su kaynaklarının yönetimiyle ilgili alınan yanlış kararlar, tarımdan sanayiye tüm sektörlerde yaşanan aşırı su kullanımı, değişen iklim koşulları ve buna bağlı olarak artan kuraklıklar nedeniyle son 40 yılda sulak alanlarının yarısını kaybetti. Ülkemizin en büyük tatlı su gölü Beyşehir Gölü, barındırdığı su miktarı açısından Eğirdir Gölü`nün gerisinde kalırken; Nasreddin Hoca’nın meşhur fıkrasında “Ya tutarsa” diyerek yoğurt yapmak için maya çaldığı Akşehir Gölü, son 15 yılda uygulanan verimsiz sulama yöntemleri nedeniyle geri dönülemeyecek kadar kurudu. 

Frikikten ağlara takılan kritik gol: AŞIRI BALIKÇILIK

Geçtiğimiz yüzyılda her alanda olduğu gibi balıkçılık sektöründe de gelişen teknoloji sayesinde balıkçı gemilerinin sayısı, boyutları ve gücü arttı. Peki balıkçıların denizlere attığı bu ağlar, nasıl oldu da bizim kalemizin ağlarını sarstı?

Denizlerin kendini yenileme yeteneğinin çok üzerinde bir kapasiteyle balıkçılık yapılması deniz canlılarını tehdit etmeye başladı. Sürdürülebilir olmayan balıkçılık yöntemleri nedeniyle okyanuslardaki büyük balık stoklarının yaklaşık yüzde 90’ı yok oldu. Birleşmiş Milletler, balık avcılığının bilimsel biçimde yeniden yapılanmadığı takdirde gelecek 40 yıl içinde okyanuslarda balık kalmayacağını öngörüyor.

Bir zamanlar Boğaz’dan geçen orkinos, ıstakoz, uskumru sürülerinin sadece bir anı olarak hatırlanabildiği İstanbul’da da ürkütücü bir tablo göze çarpıyor. Boğaz’ın Sultanı lüfer, yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Yasal olarak izin verilen 14 santimetrelik boyda henüz çinekop ve sarıkanat halinde olan lüfer, en az 24 santimetreye ulaşınca erişkin balık olup yumurtlayabiliyor. Çinekop ve sarıkanat halinde avlandığında ise üreyemediği için nesli tükeniyor. Bu kötü gidişata dur demek amacıyla başlatılan ‘İstanbul Lüfere Hasret Kalmasın’ kampanyasına restoran ve otellerden destek yağıyor. Aralarında Four Seasons Oteli, Les Ottomans, Zarif, Topaz, Lacivert’in de bulunduğu İstanbul’un önde gelen restoran ve otelleri, “önümüzdeki 5 yıl boyunca işletmelerinde 24 cm’den küçük lüfer satmayacaklarını” taahhüt ettiler.

Köşe vuruşundan sızan gol: ZEHİRLİ MADDELER VE KİRLİLİK

İnsanoğlunun kimyayla tanışması sanat ve güzellik alanında oldu. İlk Çağ’da Mezopotamyalılar, Çinliler ve Yunanlılar  bitkilerden boya elde edip dokumaları süslüyor, yüzlerini renklendiriyor, güzel kokulu esanslar ve sabunlar üretiyordu. 20. yüzyıla gelindiğinde ise kimyasal maddeler, boyadan ilaca, madencilikten petrole, lastikten gübre ve gıdaya birçok sanayinin yapıtaşlarından biri haline geldi. 1930-2000 yılları arasında insan yapımı kimyasal maddelerin üretimi yılda 1 milyon tondan 400 milyon tona yükseldi.

Kimya sanayinin gelişimiyle sağlanan bir çok faydanın yanısıra, doğal çevre ve insanları tehdit eden durumlar da yaşandı. 1980’lerde doğanlar Çernobil Nükleer İstasyonu’nun patlaması ve sonrasında milyonlarca kilometrelik alana yayılan radyoaktif maddenin ürkütücü hikayeleriyle büyüdüler. Geçtiğimiz Nisan ayında Meksika Körfezi’nde patlayan petrol platformu Deepwater Horizon’dan yüzbinlerce varil petrolün okyanusa sızması ise son yılların en büyük çevre felaketi olarak kabul ediliyor. Ne kadar petrolün sızdığı henüz tam bilinememekle birlikte, yapılan tahminlere göre İsrail büyüklüğünde bir alan petrol altında kaldı. Petrol zehirlenmesi ve oksijensizlik  binlerce canlının yaşamını tehdit ederken; bölgedeki doğal hayatın uzun yıllar boyunca eskiye dönemeyeceği belirtiliyor.

Röveşatayla dönüp kaleye giren gol: İSTİLACI TÜRLER

İnsanların her gün 7000 hayvan veya bitki türünü kendi doğal ortamlarından başka bir yere taşıdığını biliyor muydunuz? Çoğu zaman bilinçsiz olarak deniz canlılarının gemilerin altına takılmasıyla oluşan bu durum, kimi zaman da insanların kendi elleriyle bir canlı türünü ‘dünyanın başka bir yerine’ götürmesiyle gerçekleşiyor. Gittikleri yeni ortamda onlarla beslenen doğal avcıları olmadığı için ise, bu egzotik türler beklenmedik bir oranda çoğalıp doğal ekosistemi istila ediyorlar.

Thomas Austin adlı bir İngiliz 1859’da İngiltere’den Avusturalya’ya taşınırken haftasonları tavşan avlanma hobisine devam edebilmek için yanında 24 adet Avrupa ada tavşanı getirmiş. Buraya kadar herşey normal gibiymiş görünüyor. Oysa bu tavşan türünün nüfusu on yılda milyonlara ulaştı! Verimli tarım topraklarına zarar vermeye ve yerel bitki ve hayvan türlerinin yok olmasına neden oldu. Bu durumla başa çıkabilmek amacıyla Avusturalya 1950’lerde Avrupa’dan öldürücü bir pire getirtti. Ancak tavşan popülasyonunu kontrol etmekte başarılı olamayan pire, başka türlere zarar verdi. Daha sonra 1984’te Çin’den tavşanlarda hemoroide neden olan bir virüs ithal edildi; fakat yine başarı sağlanamadı. Günümüzde denenen son çare ise tavşanların bağışıklık sistemlerinde değişiklik yapan doğum kontrol aşıları ile doğan tavşan sayısını azaltmak. 150 yıldır çözülemeyen sorun karşısında aşının işe yarayıp yaramayacağını ise ancak zaman gösterecek.

Maçın kaderini belirleyecek altın gol: KÜRESEL ISINMA

Bugün “Dünyadaki en büyük çevre sorunu nedir?” diye sorulduğunda 7’den 70’e herkesin vereceği ilk cevap şüphesiz “Küresel Isınma” olur. Bu kadar büyük bir sorunu insanoğlunun kendi eliyle yaratması nasıl mümkün olabildi acaba?

Sanayi Devrimi sonrasında kömür, petrol, doğal gaz gibi fosil yakıtları kullanımının yaygınlaşması sonucunda fabrika bacalarından ve araba egzozlarından çıkan su buharı, karbondioksit, metan gibi sera gazlarının atmosferdeki miktarı arttı. Normal şartlarda atmosferin etrafını bir battaniye gibi sararak güneşten gelen ışınların  dışarı kaçmasını engelleyen sera gazları, dünyanın sıcaklığını sabit tutuyordu. Fakat artan salınımlar nedeniyle kalınlaşan battaniye, ısıyı atmosferde hapsederek dünyanın sıcaklığının artmasına ve küresel ısınmaya neden oldu.

Son yıllarda dünyanın bir çok yerinde görülen kuraklıklar, barajlardaki düşük su oranları, buzulların erimesi, hava sıcaklığındaki aşırı artışlar ve yaz aylarında yaşanan sel felaketleri gibi beklenmedik iklim koşulları; küresel ısınmanın olumsuz etkilerinden sadece bir kaçı... Bilim adamları önlem alınmadığı takdirde dünyanın ortalama sıcaklığının 2 derece artacağını ve bunun alışagelmiş yaşam düzenimizi ciddi bir şekilde tehdit edeceğini öngörüyor.

Türkiye küresel ısınmadan nasıl ve ne zaman etkilenecek? Zannediyoruz ki bu felaketin gerçekleşmesi yüzyıl sonra olacak. Oysa maç başladı bile ve golü kendi kalemizden çıkartmak için sandığımızdan da az vaktimiz var.

Türkiye’nin güneyini diğer Akdeniz ülkelerinde olacağı gibi kuraklık çarpacak. Ani ve kontrol edilemeyen orman yangınları ile karşı karşıya kalacağız. Kuraklık nedeniyle ürünlerde verimlilik kaybı yaşanacak ve gıda güvenliğimiz tehdit altında kalacak. %50 oranında bitki türü yok olacak. Çok değil 30 sene sonra mercimek ve fasulyeyi sadece mükellef sofralarda çekilen fotoğraflarda görebileceğiz. Ayrıca, yoğun geçen senenin ardından heyecanla beklediğimiz Akdeniz’de tatil, deniz, güneş ve kum hayalleri aşırı sıcaklık nedeniyle gerçekleşemeyecek.

Sorunu farketmek, çözümün en önemli parçasıdır. Artık duyarsız kalamayacak kadar topu kendi ağlarımızda görmeye yaklaştık. Zamanımız yok. Kalemizi gole kapatıp doğa için güçlü savunma taktikleri geliştirmek istiyorsak atak yapmayı, harekete geçmeyi düşünmeliyiz. “Ben neyi değiştirebilirim ki” diye düşünmeyin. Her bir birey üzerine düşen görevi yaptığında yarattığımız sinerjiyle bu maçı kazanacağız!