Haydut devletlerin sonu

Haydut devletleri doğuran dünya düzeni sona erdi ve Washington bu durumu ne kadar hızlı kabullenirse o kadar iyi olur…

Sabi VARON Diğer
2 Haziran 2010 Çarşamba

ABD Başkanı Barack Obama’nın dünyanın ‘haydut devletleri’ ile ilişkilerini yeniden başlatma çabasının üzerinden geçen bir senede sonuç belli:  Burma’dan Kuzey Kore’ye, Venezüela’dan İran’a açık uzatılan eller sıkı yumruklarla karşılaştı. Aung San Suu Kyi (Burmalı Muhalif ç.n) Rangoon’da ev hapsinde, Pyongyang füze test etmeye devam ediyor, Karakas ‘Gringo’ emperyalizmine karşı sövüp sayıyor ve Tahran ise nükleer programında direniyor.  Yani diyalog başarısızlığa uğradı ve şimdi Obama daha sert yaptırımlar için hazırlanıyor. Böyle yapması da gerekiyor... mu? Aslında hayır.

Washington’un anlamayı reddettiği durum, haydut devletler yaratan dünya düzeninin aslında artık değiştiği; haydut devlet tanımı 1980’lerde, Soğuk Savaş düzenine uymayan ufak tefek diktatörlükleri anlatan bir terim olarak ortaya çıkmıştı. 1991’de Sovyetler Birliği’nin çökmesi ile ise Amerikan hegemonyasına asıl tehdit ‘tarihin sonu’ tezine ve ABD’nin değer yargılarına uymayı reddeden devletlerden gelmeye başladı. Bu yıllarda haydut devlet fikrinin temel varsayımı (evrensel olduğu öne sürülen) Batılı değerler arkasında birleşen bir uluslararası toplumun var olduğu ve bu toplumun haydutların kim olduğu hakkında, onlarla nasıl baş edileceğine dair ortak bir kanıya sahip olduğuydu. Fakat 1990’ların sonunda Çin’in güçlenmesi, Rusya’nın geri dönüşü ve Hindistan, Brezilya ve Türkiye’nin de yeni güçler olarak ortaya çıkması ile bu uluslararası toplum dağılmaya başladı. Bugün Batılı değerlerin tanımladığı ‘uluslararası toplum’un bir masal olduğu, ‘haydut’ tanımının ABD’nin işaret ettiği aykırı ülkeler kadar ABD’ye tepkili birçok ülke tarafından ABD’ye de yakıştırabileceği ortada.

Bu küresel düzene meydan okuyan devletlere verilecek cevap ise artık sadece Washington’un güdümünde olan bir ‘sopa ve havuç’ politikası olmayacak. Nükleer silahların yayılması, terör ve bölgesel istikrasızlıklar gibi tehditlerin karşısında istekli (yani sadece ABD baskısı nedeni ile bir araya getirilmemiş) birlikler gerekiyor. Artık ABD’nin kendi çıkarları hatta genel olarak Batılı değerleri gözetmek için uluslararası destek bulması mümkün görünmüyor. Dünya artık ABD’den diyalog ve ABD’nin üstünlük taslamadığı bir ortaklık ilişkisi bekliyor. ABD’nin dünya lideri olarak görünmeye çalışması, bırakın George W. Bush’u, Barack Obama gibi bir başkan için bile kabul görmüyor.

ABD’nin başını çektiği haydut devletlere karşı mücadele, ABD’nin istediği gibi bir uluslararası toplum olmadığından, ters tepiyor. Batılıların çabaları haydut devletleri birbirine yaklaştırıyor: Kuzey Kore ve Burma ile silah ve hatta belki nükleer sırların ticaretini yapıyor; İran Suriye ile giderek daha sıkı bağlar kuruyor; Venezüela Küba’ya daha açık destek sunuyor. Zayıf devletlerin ilişkilerinin artmasından daha kötüsü, bu devletler yeni yükselen güçlerden de giderek daha çok destek görüyor. Brezilya, Türkiye, Rusya ve Çin, ABD’nin haydut devletler karşısındaki politikasına açıkça direniş gösteriyorlar.

Obama göreve geldiğinde biraz daha uyumlu ve açık bir diplomasi ile Batılı düşünce ve çıkarlar için küresel destek sağlayacağını düşünüyordu, fakat bu yeterli değil. Asıl gerekli olan ABD’nin sadece diplomatik tarzında ufak yeniliklerden ziyade, Sadece Batılı veya sadece Doğulu değerlere dayanmayan, Rangoon, Pyongyang ve Tahran üzerinde gerçek bir politik etkisi olan yeni güçlerin de işbirliği ile tanımlanan yepyeni bir küresel çıkarlar sistemi. Bu durum ABD’nin uluslararası düzende konumunun tekrar gözden geçirilmesini gerektiriyor.  Fakat öte yandan küresel tehditlere karşı yeni yükselen güçlerin hem mali ve hem askeri olarak gerçek desteğini almak anlamına geliyor.

Günümüzde ülkeler küçük olsun, büyük olsun, uyumlu veya uyumsuz olsun kendilerine patron değil ortak arıyorlar. Washington haydutları cezalandırmak ve politikalarında hemen değişiklikler talep etmek ve yaptırımlar peşinde koşarken, rakipleri yatırımlar, savunma ihaleleri ve saygı temelli bir ilişki sunuyorlar (Çin’in Burma ile, Rusya’nın İran ile, Brezilya’nın Küba ile kurduğu ilişkilerde olduğu gibi). Uluslararası toplumun temel kurumların, BM Güvenlik Konseyi, Dünya Bankası ve IMF’nin, yeni güçlere karar alma mekanizmasında yer verme konusunda isteksizliği de düşünülürse bu yeni güçlerin zaten karar aşamasında parçası olmadıkları yaptırımları desteklememeleri pek sürpriz değil.

Bu yeni yükselen güçler, yeniden buldukları bağımsızlıkları konusunda hiç de çekingen değiller. Tersine giderek güçlü bir şekilde seslerini duyuruyorlar. Bu sene içerisindeki bir uluslararası gezisinde Brezilya Başkanı Luiz Inácio Lula da Silva, İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad’ın yanında durarak “Başkalarının bizim gibi düşünmek zorunda olduğunu düşünmeye hakkımız yok” şeklinde bir beyanat verdi. Bu sözler Batılı devletler dışındaki uluslararası camiada haydut devletlere karşı mücadele için yapılan çağrılardan daha çok destek buldu. Bu açıklamadan birkaç gün önce de Ahmedinecad İran’ın nükleer programının barışçıl olduğun söyleyen Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın konuğu idi. Tahmin edileceği üzere Batı medyası hem Lula hem Erdoğan’ı demokratik değerler ve dayanışmaya ihanet etmekle suçlayarak olayı tamamen yanlış anladıklarını sergilediler. Hâlbuki Lula ve Erdoğan gibi tecrübeli diplomatların amacı Ahmedinecad’a yandaş olmak, protestocuları sert bir şekilde bastırmasına veya gizli nükleer programına destek vermek değildi. Asıl amaçları kimin haydut olduğu ve bu haydutlarla nasıl baş edileceğine karar verme konusunda becerikli ve istekli olduklarını sergilemekti. 

Batı’nın eski tarz düşüncesinin zararları, Asya’nın Batılı etkilerinin tamamen kaybolduğu, hızla bir jeopolitik savaş alanına dönen bir köşesinde asıl olarak ortaya çıkıyor. İran, nükleer programıyla en belirgin güvenlik tehdidi olabilir. Sudan göz ardı edilen soykırım sabıkası ile ahlâki olarak en endişe verici devlet olabilir. Zimbabwe toplumunun sistematik olarak kendi yıkımına neden olması ile can sıkıcı olabilir. Fakat Burma Batılıların baskıcı rejimleri izole etmeye yönelik stratejisinin başarısızlığını en açık şekilde gösteren vaka oldu. 20 yıldır süren izolasyon politikasının ardından Burma sanki bilerek ve isteyerek Batılı etkililerin zayıflatıldığı ve Çin’e kapıların açıldığı bir devlet gibi duruyor. Öte yandan Burma ekonomisinin harap edilmesinin ise ülkedeki insan haklarını iyileştirilmesi açısından hiçbir şey sağlamadığı görülüyor.

Rangoon bugün 1950’ler yapılmış hurdalık arabaları, çekçekleri, asfaltsız yolları, Çin malı ucuz malları turistlere satmaya çalışan çıplak ayaklı çocukları, şaşaalı sömürgecilik döneminden kalma terk edilmiş villaları ile zamanda yolculuk yapmış bir şehir gibi duruyor. Batının politikalarının neredeyse hiçbiri Burma’da başarılı olmadı. Askeri cunta her zamankinden daha güçlü bir şekilde yönetimde, demokratik muhalefet kargaşa içinde. Batı politikaları eskiden Burma’nın sadece ülke içindeki tutumu ile ilgiliyken şimdi generallerinin, nükleer işbirliği dahil olmak üzere, Kuzey Kore ile ilişkileri ile de baş etmek zorunda. 

Bu yaptırımların hiçbir etkisi olmadı demek değil. Sadece tamamen ters teptiler demek. Yakın zamanda Rangoon’daki sivil toplum liderleri, iş adamları ve yabancı diplomatlarla yapılan görüşmelerde ortaya acı bir görüntü çıktı. Yok edilmiş ve sürgüne gönderilmiş bir orta sınıf, ülkenin insan kaynaklarını geliştirmekten tamamen aciz bir eğitim sistemi, içi boşaltılmış bir özel sektör, sadece cuntanın yaltakçılarının üzerinden kâr kazanabildiği doğal kaynaklar. Konuştuğum Burmalı bir işadamı “Biz çifte yaptırım altındayız. Birincisi cunta rejimi ikincisi Batı tarafından” diyerek durumu en iyi şekilde ifade etti. Hillary Clinton da yakın zamanda “Yaptırımlar uygulayarak seçtiğimiz yol Burma cuntasını etkilemedi” diyerek durumu kabullendi. Fakat çok daha az bir inanırlıkla ekledi: “Öte yandan elimizi uzatıp diyaloga girmeye çalışmak da onları etkilemedi”. Zira Burma ve ABD arasındaki buzların erimeye başladığına yönelik işaretler diyalogun etkisi olduğunu gösteriyor. Fakat bu etki Batılıların kısa vadeli ihtiyaçlarını ve dramatik taviz beklentilerini karşılamıyor.

‘Haydut’lar için yeni yükselen güçler ise hem politik bir kılıf hem de alternatif politik ve ekonomik modeller sunuyor. Burma’da Batılı yaptırımlar Çin ve Hindistan’ın kendileri için stratejik önem taşıyan bir bölgede rakipsiz ekonomik ve politik güç kazanmalarını sağladı. İran’da Batı’nın baskısı diplomatlara alternatif ittifaklar (Rusya, Çin ve diğerleri ile) kurma sanatını ve yaptırımlardan sıyrılma yöntemlerini öğretti. Yaptırımlar İran’ın enerji sektörünün ve ekonomisinin büyümesini etkiledi. Fakat İran rejimi de yasaklı ürünleri üçüncü ülkeler üzerinden sağlamak, ABD Doları yerine başka para birimleri ile finans sağlamak, Batılı olmayan tüzel kişiliklere altyapı, enerji, telekomünikasyon gibi önemli sektörlerde cazip işbirlikleri sunmak gibi konularda ustalaştı. Bu yaptırımların amacı İran’ın uranyum zenginleştirme programını durdurmak ve Hizbullah ve Hamas gibi aracılar üzerinden gücünü yaymasını engellemekti ve bunların hepsi başarısızlığa uğradı.

İlk başta Obama yönetimi kendine ve dünyaya dürüst davranarak yaptırımların limitlerini kabul etti ve İran’ın meşru çıkarlarını gözeten bir diyalogun İran’ın nükleer programının silah aşamasına gelmesini engelleyip engellemeyeceğini görmek istedi. Fakat sürecin sonunda Obama enerji, ulaşım, finans ve sigorta sektörlerinde yeni ve daha ‘akılcı’ yaptırımlar uygulamak istiyor. Amaç İran ekonomisini zayıflatmak ve bu rejimin karşılamayacağı bir bedel ödetmek. Fakat bu yaptırımların ve ambargoların işlev görmesi için yeni yükselen güçlerin de katılımı gerekiyor ve asıl sorun burada başlıyor.

En baştan Obama yönetiminin diyalog isteği Tahran’ı etkilemese bile çabalarının Rusya ve Çin’i etkili yaptırımların uygulaması için kendi tarafına çekeceğini düşündürdü. Şimdi her ne kadar Pekin ve Moskova daha az şiddet yanlısı bir ABD tercih etse de (şimdilik iki tarafında ABD’nin bir başka pahalı Ortadoğu savaşında daha kendini bataklığa sürüklemesinden mutlu olmayacağını varsayalım) daha uzlaşmacı bir ABD’nin rakip Rusya’nın ve Çin’in çıkarlarının değişmesi için bir neden olarak görünmüyor. Moskova Tahran ile ticari bir ilişki istiyor, Çin petrol ve gaz istiyor, her iki devlet de Körfez’de ABD’nin gücünü dengeleyecek bir konum istiyor. 

ABD İran ile ilgili görüşünü nükleer silahlar üzerinde kısıtlarken, yeni güçler için nükleer mesele İran ile ilişkilerinin sadece bir yüzünü oluşturuyor. Burma ve İran’da ve diğer haydut devletlerde, on yıllarca süren yaptırımlar halkları mahrumiyete mahkûm ederken yöneticilerine zenginlik ve iş güvenliği, insan hakları ile ilgilenmeyen devletlere ise stratejik güç kazandırıyor. Baskıcı rejimleri izole etmeye çalışan Batı, kendi yönetimlerine meydan okuyacak reformları engellemek isteyen rejimlerin eline bahane veriyor, hatta halklarının dış etkilere karşı rejimin arkasında birleşmesine neden oluyor. Haliyle yeni bir strateji gerekiyor.

Haydut devletlerin yöneticileri için hiçbir şey en korktukları şeyi sağlamak kadar sarsıcı olmayacak: Yani silah ambargoları ve yöneticiler için vize kısıtlamalarını kaldırmamak şartıyla; ekonomik yaptırımlarını tamamen durdurulması, geleneksel ticari sınıflar ile açık ve rahat ticaretin başlatılması, öğrenci değişim programları, halk için daha az kısıtlanmış seyahat imkânları sağlanması… Böyle bir politika rakip güçler ve yükselen güçler arasında ve aynı zamanda haydut devletlerinin halklarından daha fazla destek bulacak, daha güvenli ve sorumlu bir hükümete yol açacak bir olaylar zinciri başlatacaktır.

Bu denli büyük bir politika değişimine en büyük muhalefet ise elbette Washington’dan gelecektir. Obama’nın sağcı rakipleri için bu durum ‘Kötülük Ekseni’ne taviz verildiğine dair kanıt olacak, solcu müttefikleri için ise insan haklarına ihanet anlamına gelecektir. Herhangi bir ABD’li lidere göre Obama’nın en iyi açıklayabileceği asıl gerçek ise haydut devletleri izole etme politikasının apaçık başarısızlığa uğradığı, yeni güçlerle gerçek bir ortaklığın hem güvenlik hem de insanlığa saygının yayılması için daha fazla şans sahibi olduğudur.

Bu yaklaşım Hugo Chávez’in retoriğini, Robert Mugabe’nin dikbaşlılığını, Kim Jong Il’in paranoyasını veya Ahmedinecad’ın sıkı sıkıya sarıldığı gücünü çabucak azaltacak mıdır? Pek olası değil. Fakat direniş söylemine daha soğuk bakacak, hem içte hem dışta gayrimeşru yönetim iddialarını güçlendirecek bir küresel atmosferin oluşmasını sağlayabilir. Son olarak bu yaklaşım Obama’nın diyalog politikasına sadece sözden ibaret olmayan bir anlam yükler ve ABD’yi güçle değil örnek teşkil ederek yöneten bir lider konumuna getirir.

Nader MOUSAVİZADEH

 Newsweek, 29 Ocak 2010