/Müziğin dili

Doğanın ve evrimsel değişimin farkında olan insanoğlu, bülbülün ve balinaların şarkılarını dinlediğinde kuşkusuz ‘müziğin bir dili’ olup olmadığını düşünür.

Rubi ASA
25 Ağustos 2010 Çarşamba

Müzik ile dil arasında bir bağlantı bir iletişim olduğu artık bilinmekte. Canlıların her türü yanı sıra biz insanlar ister duyularımızla işitelim veya işitemeyelim, mutlaka bir şekilde çıkardıkları seslerle türleriyle anlaştıkları bilinmektedir. Bu seslerin iletişim aracı olan ‘dil’e yakınlığı aynı zamanda müziğin dil ile olan bağlantısını belirler.

Aslında dilin, (tüm canlı türleri için) beynin bir dijital becerisi olduğu kabul edilirse, müziğin de bu becerinin bir tür doğal yansıması olduğu şeklinde düşünülebilir.

Müziğin, Pitagoras’ın sıcak bir ağustos günü kent etrafındaki gezintisiyle ilişkilendirilerek anlam bulacağına inanmak güç ancak iki bin yıl önce Atina sokaklarında yürüyen bu Yunanlı filozofun bir demirci atölyesinden geçerken içerden gelen hoş ve ritmik seslere kulak kabartması da bir tesadüf değil.

Bu seslerin kendisini neden böylesine büyülediğini ve iki bin dört yüz yıl sonra bile bizlerin bundan halen neden hoşlandığımızı artık biliyoruz.

Pitagoras, hoşuna giden bu seslerin araştırmaları sonucunda bire iki gibi çok basit bir sayısal orana sahip olan yay uzunluklarıyla orantılı elde edildiği sonucuna vardı.

Fakat o zamandan bu yana elde edilen bu armonik ve ahenkli sesleri biz, halen neden karmaşık oranlı uyumsuz seslerden daha çok sevdiğimiz konusunda tam olarak anlaşabiliyor değiliz. Ama artık bugün bildiğimiz, müziğin algılanmasıyla ilgili başka yönlerin ve sezgisel değerlerin olduğudur.

Örneğin Fibonacci dizisi diye bilinen sayısal bir sıralamanın sanatın birçok yönünün değerlendirilmesinde ilginç sonuçlar doğuruyor. Bir, bir, iki, üç, beş, sekiz, on üç, vs... Sayısal dizgedeki birbirini hep sağlayan oranın altın bir oran verdiği görülür.

Bu oranın ve bu orana bağlı yaratı duygusunun  (0,6)  hem mimaride hem müzikte hem sanatın birçok alanında uygulanan sayısal değeriyle ilgisi vardır.

Beethoven’den Bartok’a, Da Vinci’den Dali’ye, Hanry Moor’dan Roden’e, sanatın birçok dalında belki adlandırılamaz ama bilinmez bu sezgisel oran insanların estetik duygusunu biçimliyor. Eserin nedeninin bilimsel eleştirisini yapamasak da, daha güzel olduğunu savunuyoruz. Seste ve müzikte matematik sağlamayla bu daha da belirgin hale geliyor.

Peki, neden bu oranlar böylesine büyüleyici? Genetik bir olgu yoksa bir mucize mi?

Bu bir sır; hâlâ müziğin ve tüm sanatların algılanışları arasındaki gerçek sebep hâlâ bir sır.

Birçok insan estetik algılanış üzerine yorumlar yapabiliyor olması, fakat bunun bilimsel açıklamasını yapabilememesi halen bir sır.

American Scientist  ‘Mozart’ın Sonatları’ adlı bir makalesinde müzikologların yapıkları araştırmalar sonucu notaların armonik kurallar şeklinde dizilişlerinde ve ana tema ile alt iki tema diyaloglarında yukarıda tarif etmeye çalıştığım altın oranın tam olarak bulunduğunu ifade eder. Bu dahi besteci Mozart’ın bilinçli bir seçimi miydi ya da son derece hassas sezgisel bir yaratı disiplini miydi bilinmez. Benzer değerlendirme Paul Klee’nin tablolarındaki renklerin sayısal değerleri arasında adeta matematiksel karşılığı olan bu oranın kullanımıyla elde edilmiş sonuçları belirler.

Matematik dergisi Putz’daki bir makalede benzer bir yorum Beethoven’ın Beşinci Senfonisi ünlü giriş notalarının dizilişi hakkındadır. Bu notalarla başlayan açılışın kendi arasında ve ana tema ilişkisi sonucuna dayanan matematik analiz oranı 1,601 olarak bulur. Oysa altın oranın 1,618 olduğu bilindiğinden, sapmanın Beethoven’in o yıllarda ilerleyen sağırlığına özgü algı noksanlığından bahsedilir. Doğru mu yanlış mı bilinmez ama bunun müzik dünyasının ilginç sırlarından biri olduğu bilinir.

Bartók, Debussy, Schubert, Bach ve Satie eserlerinin çoğunda müzik algısını hep bu adını ‘Altın Oran’ dediğimiz değer üstüne belki de salt Tanrısal bir sezgiyle oturtmuş olup günümüz müzikseverlerine armağan etmişlerdir.

Bu oran sanatın birçok türünde karşımıza çıktığı gibi mimaride de somut olarak görülebilir özelliktedir.

Yunan mimarisinin baş tacı Acrepolis’in ünlü Parthenon Tapınağı bu oranların tüm strüktür ve bezeme detaylarında korunduğunun en güzel örneğidir. Bu antik kentin merkezinde hakim bir kayalık tepe üzerine MÖ 430-440 yılları arasında inşa edilmiş olan ve Tanrıça Athena’ya ithaf edilmiş olan tapınak incelendiğinde, sütun yüksekliklerinin ön cephe oranlarına bölümü, tapınağın uzun kenarının diğer boyutlarıyla ilişkisi, ön alın yüksekliğinin enine oranı hep uyumun estetiğin tariflenemez oranına karşılık gelir.

Müziğe ve müziğin diline dönecek olursak: Diğer sanatlarda olduğu gibi, müziği algılayışımız çok önemli. Bilinmeli ki, iki insan müziği tamamen farklı algılıyorlarsa estetik tercihleri de çok farklı olacaktır. Müzikte algı farklılıklarının çoğu çocuklukta duyduğumuz müziklerden veya seslerden kaynaklanıyor olabilir. Sanırım hayatlarımızın ilk yıllarında dinlediğimiz ve ya maruz kaldığımız müzik, yetişkinlikteki müzikal algımızı çok etkiliyor.

Özellikle son yıllarda yapılan araştırmalarda, çok küçükken iyi müzik dinletilen çocukların, büyüdüklerinde müziği sevdikleri, adeta genetik bir işlev kazanmışçasına, yemek zevkine, sevişmemize, konuşmamıza, davranış inceliklerimize biçim veren bir etken olduğu saptanmıştır.

Bir insanda müziği algılama yeteneği yoksa bu bir ihtimal erken dönem eğitimiyle veya genleriyle ilgilidir. Bu da müziğin; fiziği kadar psikolojisinin de ne denli etkin olduğu ve insan yaşamındaki önemini belirler.

Bu ayrım aslında müzik evriminde farklı fikirleri de doğurur.

Batı müziği, metrik ve rasyonel bir müziktir; çok seslilik içerir ve icrasında bu özellik ön plandadır. Melodi ve doğaçlamanın daha önem kazandığı doğu müziğindeyse bu rasyonalite daha azdır ve tek seslilik özellikleriyle de icra edilebilir.

Bu iki farklılık aslında toplumsal değişimlerle müziğin algısının, dolayısıyla dilinin de sonuçlarıdır.

Her konuşma biçiminin kendine özgü karakteristik özellikleri vardır.

Coğrafyası, lehçesi, diyalektiği, etnik yapısı, melodik ifadesi hepsinin kendine özgü karakteristikleri vardır. Bunlar aynı zamanda müzikle ifade edilir.

Eski bir görüş, “Müzik diline benzemeli ki, onu takdir edebilsin” der. Çünkü algıladığımız konuşmanın melodik yapısıyla, sevdiğimiz müzik arasında büyük bir bağlantı vardır. Opera sanatı bu olguyu en iyi kullanan müzik dilidir.

Ünlü besteci Mussorgsky sanatının işlevini, müzikal sesler biçiminde sadece duyguların değil konuşmanın da yeniden üretimi olarak tanımlamıştı.