Antakya’da hoşgörü yok!

Köşe Yazısı
11 Ağustos 2010 Çarşamba

Vladi BENBANASTE


“Kabin kruw kros çek”  son 4 haftadır bu cümleyi sık sık duyar oldum…

Önce  uykucu ve obur cüce kılığında mavi yolculuk, sonra Antakya’da rüya gibi bir Bat- Mitzva son olarak da Ankara’da mesleki eğitim kabusu.

Ben üniversiteyi bitirirken bu kadar çok ders çalışmadım. Ama sonuçta değdi. Artık karşınızda lisanslı  “radyasyon uzmanı” var hani aklınızda bulunsun… Lazım olur felan… En son geçen çarşamba, itibarı ile kaptan pilotun “Kabin kruw teyk off pozişın” talimatını takiben oldukça sallantılı, bir uçuşla İstanbul’a geldim… ( biliyorsunuz sonuçta; hiçbir uçak havada kalmaz )  bilin bakalım bilgisayarımda kimin mesajı var.  Sürekli okuyucularım tabii ki hemen cevapladılar. Sürekli okumayanlarım için cevaplıyorum  ( 5 günlük yoğun eğitim ve testlerin yan etkisi )  a şıkkı; sevgili editörüm; Esterim,  sağ olsun iki haftada bir hatırımı sorar; “bu hafta senin sıran”…  

Bu hafta Antakya’yı sizlere içimizi ısıtacak küçük notlar, (teşekkürler Miriam Şulam) küçük hikâyelerle yaşatmaya çalışacağım. 

Elçiye zeval olmaz; bana ulaşan bir öneriyi size aktarıyorum...

“İstanbul’da yaşam  zor!” mu diyorsunuz… İşte size Antakya’dan bir çözüm; orada cemaatimize ait kullanılmayan boş evler varmış. Denilen şu ki, “ cemaatimizden,  durumundan memnun olmayan orta yaştakiler, gelsinler biz onlara ev verelim… Kendi zevklerine göre bir iki ufak değişiklikle  bu evleri yaşanır hale getirip buraya yerleşsinler.  İş bulmalarına de yardımcı olalım… Hem onlar daha mutlu bir yaşama kavuşsunlar hem de biz buradaki varlığımızı sürdürelim... Mozaiğin  taşlarından eksilme olmasın”  Benden söylemesi….

Son olarak sizleri Antakya’da hoşgörü konusunda bırakmıştım: 

Yoğun bir programın öğleden sonrası, otele dönmeyen küçük bir toplulukla Antakya Ortodoks kilisesini ziyarete gittik.  Kilisenin papazı bizleri karşılayarak içeriye davet etti. Hıristiyanlığın tarihçesinden

(Hıristiyan kelimesinin ilk olarak Antakya’da Hıristiyan olmayan yerli halk tarafından, Yeşuah (İsa)  mesihe inananları nitelemek üzere kullanıldığını bilir miydiniz?)  Kilisenin geçmişinden, cemaatlerinin durumuyla ilgili bilgiler verdi… Sorduk, “burada hep hoşgörüden, hep uyum içinde olmaktan bahsediliyor. Ne diyorsunuz?” Tatlı bir gülümsemeyle cevap verdi,  “Hayır arkadaşlar yanlış biliyorsunuz, Antakya’da hoşgörü yok” … “Eyvaaah” dedim nereye gelecek bu konuşmanın sonu? Söylediğini iyice hazmedelim diye az biraz duraksadı ve devam etti,  “hoşgörü,  bir kusur, bir kabahat olduğunda gösterilir. Burada Hıristiyan, Yahudi veya herhangi başka bir dinin mensubu olmak bir kusur ya da kabahat olarak görülmediğinden, hoşgörü de yoktur… Burada “kardeşlik” vardır…

Sohbetimize devam ederken içimizden biri ortamın “kardeşliğinden”  cesaret alarak sordu , “ acaba çan çalmama müsaade eder misiniz ?”

Papaz biraz şaşkın, biraz garipsemiş bir eda ile ; “olabilir” dedi, biraz sonra zangoç gelecek onunla birlikte çan kulesine gider çalarsınız…”   Meğer çan çalmak,  bu arkadaşımızın çocukluğundan beri en büyük hayaliymiş.  Olumlu cevabı aldığında, yüzündeki sevinç ve heyecan ifadesi,  ödül alacak bir fotoğraf karesi kadar güzel ve görülmeye değerdi…   Biraz sonra zangoç geldi, kılık kıyafetlerimiz düzeltildi ve minicik çan kulesine gidildi. Saatin gelmesi beklenirken ,  “2 dakikada çan çaldırılır”   adlı teorik ve (çanı çalmadan ip üzerinde ama gevşek elle) pratik dersler alındı…  Başla işareti ile birlikte Antakya Yona Ahituv’un  çaldığı çanı dinlerken,  kendisi de hayaline ulaşmanın sarhoşluğunu yaşıyordu… Çocuksu kahkahalar, mutlu bir ifade…  Onlar ermiş muradına biz çıkalım tekrar yolaaaa…

Başka bir gün, Uzun Çarşı’dayız. O sokak senin, bu sokak benim geziyoruz, belirli  bir amacımız yok, her sokak ilginç,  her sokak farklı;  kimilerinde gıdacılar sıralanmış yan yana, kimi sokakta  manifaturacılar, künefenin tel tel hamurunu o anda gözünüzün önünde pişiren tel kadayıfçılar, unutulmaya yüz tutmuş el sanatları, kunduracılar, elde ehlikeyf hazırlayan  bakırcılar, içersinde mini lokanta olan kasap dükkanları  (Garip ama gerçek, Antakya’da etin erkeğini yemek makbulmüş, bu yüzden kesilmiş hayvanlar;  erkek olduğunu anlamanıza yardımcı olan bir bütünlük ile sergileniyor vitrinlerde )kendisine has avlusu olan Kurşunlu Han…  İlerliyoruz bi o yanaaaa, bir bu yanaaaa baka baka…

Fakat o da ne!  Kayınpeder, Kurşunlu Han tabelasını görünce birden niye durdu?  Takip edip giriyoruz, hanın bahçesine. Geçmişten, taaa eskilerden bir şeyler gelmiş gibi hafızasının derinliklerinden, dikkatlice bakıyor avlunun içindeki birkaç dükkâna… Sonra, Evreka! Bir dükkanın önünde duruyor. Gözleri ışıldıyor... Dükkanın önünde  bir adam, tokyolarını çıkartmış , ayak ayak üstüne atmış , o da bunalmış bizler gibi sıcaktan...  Tabelaya bakıyorum  “ İbrahim Cemal” … “Manifatura perde çeşitleri” Perdelik mi alacağız ne ?  “Beni hatırladınız mı? Adım “Mois Kohen. Size mal satardım, 1963 -64’te.   Kurşunlu Han yazısını görünce hatırladım…” Bu kez Cemal’in yüzü ışıldadı “Bana değil,  babama satardınız… Şaul Cemal’e ” İşte o anda bir dakika önce birbirini tanımayan bizler, sanki 40 yıllık dostmuşuz da,  biraz önce ayrılmışız gibi kaldığımız yerden devam edercesine   hemen dükkana davet edildik. Ne içersiniz, ne yaparsınız derken; dükkânın sahibi İbrahim Cemal’in aynı zamanda Antakya Medeniyetler Korosu’nda görevli olduğunu öğrendik.  Sorduk, “nasıl burada Yahudilerle ilişkiler?” Tahtaya vurdu, tereddütsüz cevapladı; “hiçbir zaman birada düşmanlık olmadı yıllardır…” İlave etti; “burada bizlerden dindarlar vardı,  komşusunun kapısını çalarlar , Şabat günlerinde, bayram günlerinde, ‘gel bizim ışığımızı yak,  gel bizim ateşimizi yak’  diye rica ederlerdi.  Onlar da her zaman yardımcı olurlardı,  bu geçmişte de böyleydi şimdi de böyle …”  Ayrılık vakti geldiğinde İbrahim Bey ile dükkanın raflarında bulunan babasının ve dedesinin fotoğraflarını da eline alarak yıllar sonra, bir fotoğraf  çerçevesinin içinden de olsa dedesine mal satın aldığı adamı tanıştırırcasına bir hatıra fotoğrafı çektirdik…

Kurşunlu Han’dan çıktık.  Dolanırken bu kez karşımızda Cenudilerin dükkânı… Bir zamanlar  İbrahim Cemaloğulları , Cenudiler ve Kebudiler Antakya’da etkin ailelermiş...  Kebudi yanımızda, Cemaloğullarından şimdi ayrıldık bir de Cenudilerle de tanışınca sırtımız yere gelmez. Kapı girişindeki “Satılık Dükkân” ilanı dikkatimizi çekti. Kapatıyorlarmış. Nedenini sorduğumuzda, artık burada tutunacak bir dalı kalmadığını, çocukları ve torunlarının yanına gitmek istediğini belirtti. 

Dükkânda ne var ne yok maliyetine satıyormuş bitirmek için… 2 kişi daha eksiliyor Antakya Yahudi Cemaati nüfusundan… Alışveriş adına biraz kumaş aldık, çayımızı içtik, hayırlar diledik ve yeniden yola koyulduk…

Yolda Mois abim anlattı: bir zamanlar Cenudiler ile Cemaller hem komşu hem de çoook sıkı bir rekabet içersindeymişler. Hatta kayınpedere, “ona bu maldan verirsen ben almam filan diye takılırlarmış…”

Neredeeeen nereye…

Sevgiyle kalın…