‘Yüreğin Lisanı’ ve David D’Or

İsrail ve dünya müziği örneklerinin yanı sıra, Yahudi litürjik müziği, Şabat ve Kipur şarkılarını kendine özgü kontr-tenor sesi ile yorumlayan David D’Or, Neve Şalom Sinagogu’nda büyüleyici bir hava yarattı; ilahi bir ortamda Tanrı’ya daha da yaklaşmak, dua etmek gibi…

Nelly BAROKAS
23 Aralık 2009 Çarşamba

“Yüreğin Lisanı” diye tanımladığı müzikle insanları birleştirmeye, birbirlerini sevmeye yönlendiren David D’Or ile konser öncesi söyleştik

İkisi yukarıda, üçü aşağıda yakılan beş Hanukiya’nın mumlarından yansıyan ışıkla aydınlanan ve özel bir ışıklandırma düzeninin kurulduğu Neve Şalom Sinagogu’nda David D’Or, ilahi sesinden yankılanan hüzün, acı, heyecan ve sevinç ile dinleyenlerini oldukça etkiledi. 

Opera, barok aryalar, pop, rock, klasik müzik ve etnik müziği kendine has sesi ile icra yeteneğine sahip D’Or, çok farklı müzik türlerini kusursuz bir harmoni ile birleştirebiliyor. Uluslararası üne sahip sanatçı,  İsrail’de üç kez  “Yılın müzisyeni” seçildi, 2004’te ülkesini Eurovision’da temsil etti, dokuz altın ve platin plak sahibi oldu. 1990’lı yılların başında David D’Or’un sesine hayran olan Zubin Mehta, onu Carmina Burana’ya assolist yaptı ve İsrail Filarmoni Orkestrası ile turnelere çıkardı. Halen dünyanın hemen her ülkesinde, on binler önünde konserler veriyor.

Şalom Gazetesi Sanat Sayfası Yönetmeni Tuna Saylağ ile Neve Şalom Sinagogu’ndaki konseri öncesinde David D’Or ile buluştuk. Sorularımızı yanıtlarken cana yakın kişiliğinden oldukça etkilendik. Öylesine bir alçak gönüllülük sergiledi ki, karşıdan bakan bizleri kırk yıllık dost sanabilirdi. David D’Or’un insan sevgisini ve Tanrı sevgisini yakından hissettik. Konuşurken, sorularımızı yanıtlarken ve Neve Şalom Sinagogu’nda şarkı söylerken, içimizi ısıttı, yüreklerimize hitap etti. Söyleşimizi okuduktan sonra sizler de aynı duyguya kapılacaksınız eminim.

 Libya kökenli bir Sefaradsınız; iki kez terör saldırısına hedef olmuş Neve Şalom Sinagogu konseri öncesinde nasıl duygular içindesiniz?

Türkiye’de geçmişten çok farklı gelişmeler yaşanmakta olduğu göz önüne alındığında, yarın vereceğim konserin çok büyük önemi var. Bir sinagogda konser vermek çok güzel bir şey… İki yıl kadar önce değişik bir yorumla sinagoglarda okunan şarkılardan oluşan bir albüm çıkardım. Bütün dünya Yahudilerinin köklerine yakınlaşması ve kökenlerinin bilincine varması gerektiğine inanıyorum. Kökü güçlü olmayan bir ağacın dallarının gelişemeyeceği gibi, bizler de güçlü olmak istiyorsak nereden geldiğimizi bilmeli ve her daim anımsamalıyız. Bu nedenle sinagogda konser vermek benim açımdan büyük ayrıcalık. Tabii ki, bu sinagogun geçmişte teröre hedef olması burukluk hissetmemizin yanı sıra umutlanmamıza yol açıyor. Çünkü teröre rağmen biz bu kutsal mekânda bugün şarkı söyleyebiliyoruz, dua edebiliyoruz ve hayatta olduğumuz için Tanrı’ya teşekkür edebiliyoruz.

 Doğu mistisizminin sanatınıza etkisi nedir?

Müzik zaten mistisizmdir, yüreğin lisanıdır. Akıl ile yüreğin bir sentezidir. Ve buna ilham (inspiration) diyoruz. Ben gece yazdığım şarkımı ertesi sabah okuduğumda, bazen ‘bu sözcükler nereden geldi?’ diye hayretler içinde kalıyorum. Hatta “Tişmor al ha olam yeled” (Dünyayı koru çocuk/sanatçının çok ünlü bir şarkısı) çocuğa bir yakarış şarkısıydı ve benim o dönemde henüz çocuğum yoktu. Yeni nesle bir çağrı niteliğini taşıyan sözcüklerdi şarkıdakiler.  ‘Sen henüz gençsin, bunları niye yazdın?’ diye kendi kendimi sorguladım. Bir şekilde yükseklere bağlı hissetmek, Tanrı’ya yakın olmak ve dua etmek gibi… Bu da müziğin mistik yönü… Bazen adeta geçmişten gelen ve belleğimizde kalan çok eski ezgi ve sözcüklere birden sahip olmak. Bu şarkıların, bazen temaların, size nasıl ulaştığını anlamakta güçlük çekiyorsunuz ama ulaşıyor işte…

Konser sırasında gözlerimi yumup dinleyicilerin benimle heyecan duyduğunda, müthiş bir güç ve enerji oluşuyor. Çünkü o anda hepimiz bir bütün oluyoruz. Ve ben her insanın Tanrı’nın çocuğu olduğuna inanıyorum.

 Bestelerinizde liturjik konular, dini öğeler seçmenizin belirgin bir nedeni var mı?

Bence İbranice lisanların en güzeli… Bu lisanı çok seviyorum. Bir Yahudi olarak İbranicenin tüm lisanların anası olduğu kanısını taşıyorum. Ve dünyanın bu lisanı duyması gerektiğini düşünüyorum.

Bizler az nüfusa sahip bir ulusuz. Ve ulus olarak her zaman televizyonlarda savaşlar, Filistinliler, güçlükler ile özdeşleştiriliyoruz. Oysaki İsrail halkı ve Yahudi ulusu zekâ, buluş, bilimsellik, sanatkârlık gibi çok önemli niteliklere sahip… Ama ne yazık ki, dünya bu güzellikleri görmüyor. Ben müzisyen olarak bu dünyadaki görevlerimden birinin, İsrail’in güzel yüzünü dünyaya tanıtmak olduğuna inanıyorum. Kültür, sanat, şiir, müzik ve din aracılığı ile bu tanıtımı yapmak mümkün. Hıristiyan dünyası “Alleluyah”, “I pray my Lord” örneklerindeki gibi klasik müzik aracılığı ile dualarını ederken, dünya Yahudi dinini hiç tanımıyor. Oysa ki, Yahudilik akılcı, insancıl ve mükemmel bir din. Günümüzde Yahudi olmak kolay değil. Bu nedenle görevimin, Tanrı’nın bana verdiği müzik yeteneğimi kullanarak insanların kalplerine hitap etmek olduğuna inanıyorum. Çin, Avrupa ülkeleri, ABD, Taiwan gibi çeşitli yerlerde sahne aldığımda, konsere gelen izleyicinin hepimizin aynı duygulara sahip insanlar olduğumuzu hissetmelerini istiyorum. Uzun uzun konuşup karşınızdakini ikna edemeyebilirsiniz, fakat şarkı aracılığı ile onun yüreğine hitap edebilirsiniz. Ben de bunu başardığıma inanıyorum. Eğer ben gerçekten dürüst ve alçak gönüllüysem, dinleyiciler bunu hissedeceklerdir. Tanrı’nın bütün kulları eşittir, birinin diğerinden kıymetli olduğu söylenemez.

 Tikun Olam (repairing the world) konsepti çalışmalarınıza nasıl yansıyor? Bu hümanist bakış açınızdan mı oluşuyor, yoksa dini inançlarınızdan mı?

İkisinin sentezi diyebilirim. İnsanları gerçekten çok seviyorum. Tüm insanlığın büyük bir aile olduğuna inanıyorum. Çoğu kişi, insanlar arasındaki farklılıkları vurgular. Bu doğru değil; çünkü insanların ortak yanları, farklılıklarından çok daha fazladır. Afrika’da bir çocuğa kötü bir şey olduğunda, büyük acı çekiyorum. Onun benden çok uzak olması, üzülmeme engel değil. Bu nedenle insancıl olmanın kişileri yakınlaştırdığını düşünüyorum. Dini inanç ve Tikun Olam’a gelince dindar bir kişi olmadığımı vurgulamak istiyorum. Dindar değilim, fakat Tanrı’ya büyük inancım var. Benim yaptığım, dinimizin övünülecek yanlarına ışık tutarak bundan gurur duymak.

 Bütün dünya ülkelerinde kalabalık seyirci kitleleri önünde konserler veriyorsunuz. Sanırım bir kez Papa da dinleyicileriniz arasında yer aldı...

Papa’nın karşısında ilk kez sahne almam Vatikan’ın İsrail’i tanıması vesilesi ile gerçekleşmişti. Piskoposlar ve rahipler çok heyecanlandılar. Onlara “Alleluyah” şarkısını söyledim. “Alleluyah” İbranice olmasına karşın, Hıristiyanların dualarında çok sıkça kullandıkları bir sözcük. Ben de, ‘madem ki Vatikan’da konser vereceğim, bu konser İbranice olsun’ dedim. Hatta şarkıları da Teilim’den seçtim. Çok beğenildim ve ardından birkaç kez daha davet edildim. Papa II. Jean Paul’un görevdeki 20. yılıydı; Vatikan benden bu vesile ile İbranice ve İtalyanca bir barış şarkısı yazmamı istedi. San Pietro Meydanı’nda dünyanın her yerinden gelen on binlerce seyirci karşısında sahne aldım. Öyle bir heyecan duydum ki, anlatmak mümkün değil; kendi kendime “Sen İsrail’den gelen küçük David! Katolik dünyasının merkezinde, binlerce kişi karşısında ne işin var?” diye soruyordum.

Yeni Papa XVI. Benedict’in İsrail ziyaretinde benden şarkı söylemem istendi. Şarkının ortasında Papa koltuğundan kalktı, yanıma geldi ve elimi sıkarak beni tebrik etti. İşte müziğin gücü… Bunu televizyonda gösterdiler, gerçekten çok heyecan vericiydi. İnsanlar arasındaki tüm ayrılıklar müzik söz konusu olduğunda ortadan kalkıyor, müzik aracılığı ile insanlar birbirlerine bağlanıyor.

 David D’Or ile bütünleşen üç şarkı hangileridir diye sorsam nasıl yanıtlarsınız?

On albümüm, bir sürü bestem var. Her biri benim adeta bebeğim. Her birinin öyküsü, heyecanı farklı… Sanıyorum ki, “Tişmor al ha olam yeled” çok güçlü… “Avinu Malkenu” beni oldukça heyecanlandıran bir dua. Barbra Streisand da bu duayı yorumladı. Bu, içeriğinde rica, şükran içeren bir Yahudi duasıdır. Üçüncüsü de belki klasik ve uluslararası bir şarkı olabilir. İsrail’de doğdum. Bu ülkede dünyanın farklı kültürlerinden gelen insanlar yaşıyor. Komşumun biri Mozart, diğeri Arap müziği, bir diğeri de Türk müziği dinliyor. Benim açımdan hepsi geçerli. Kültürlerin bu sentezi İsrail’deki müzisyenleri etkileyen önemli bir unsur… Her kültürden biraz alıyoruz ve ortaya İsrail müziği çıkıyor.

 Sık sık savaşmak zorunda kalan bir ülkede yaşıyor olmanız müziğinizi ne şekilde etkiliyor?

Her şeyden önce bu gerçeğin oldukça stres yaratan bir durum olduğunu söyleyebilirim. Dünyanın senin gerçeğini anlamaması, sana karşı bir tutum takınması, resmin bütününü görememesi, savaşlarda bazen de evinin yanı başında insanların yaşamlarını kaybettiğine tanık olmak oldukça rahatsız edici bir durum. Çocuklarının hayatı için endişe içinde olmak, korkmak, Tanrı’nın onları koruması için dua etmek kişiyi üzen, yıprandıran bir süreç.

Ben bir İsrailli olarak oldukça etkileniyor, acı duyuyorum. Bu acıyı bestelerimde ve sesimde duyabilirsiniz. Ulus olarak Eretz İsrael’e döndüğümüz halde, o kadar arzu ettiğimiz barışı yakalayamadığımız duygusunu taşıyorum. Bu durum ülkeme yönelik aidiyet duygumu güçlendiriyor. Eğer bu ülkede doğmuşsam ve bu ülkeyi bu denli seviyorsam, bugün yaptığım şeyleri yapmam gerekiyor; yani çeşitli ülkelere gidip müziğim aracılığı ile insanları yakınlaşmaya, birleşmeye, birbirlerini sevmeye yönlendirmeye çalışmak.

 Konser için gittiğiniz ülkelerde hiç antisemitizme hedef oldunuz mu?

Maalesef çok sık… Ben gittiğim ülkelere İsrail’in temsilcisi olarak değil, basit bir müzisyen, David D’Or olarak gidiyorum. Ama bu fark etmiyor. Birkaç ay önce konser vermek üzere Cenevre’deydim. Kaldığım otelin önünde binlerce Filistinlinin katıldığı bir gösteri vardı. Kuklaları parçaladılar, İsrail bayrakları yaktılar, konsere gelenlerin araçlarını taciz ettiler. Çok ürkütücüydü. Üstelik ben barışçıl bir kişiyim; şarkılarımda barışı söylüyor, konuştuğumda barıştan bahsediyorum, insanları seviyorum. Ama kitle (sürü) psikolojisi altında insanların düşünmeksizin haykırmaları, tehditler savurmaları tehlikeli boyutlara ulaşabiliyor. Orada ortaya çıkan korkunç güç, yıkıcı olabiliyor. O sürü beni karşısında görse parçalayabilirdi.

Aynı durum Londra’da Trafalgar Meydanı’nda başıma geldi. Belki meydanda elli bin Yahudi izleyici vardı, ancak bin kadar gösterici Arap’ın protestosu ve saldırganlığı ürkütücüydü. Oysa ki, ben karar merci bir siyasetçi değil, insanları birleştirmeye, uzlaştırmaya çalışan salt bir müzisyendim. Bu insancıl olmayan görüntüler beni eskilere götürdü, Şoa dönemini anımsattı. Birinden kötü bir şey yaptığı için değil, farklı bir dine mensup olduğu için nefret ediyorsun. O dönemden bu yana fazla bir şey değişmedi. Geçmişte insanlar Yahudi nefretini açığa vurmadılar, gizli gizli nefret ettiler. Şimdi İsrail ve Yahudi nefreti olağan bir durum halini aldı. Bu nedenle tüm dünya Yahudileri birlik ve beraberlik içinde olmalıyız, ancak bu şekilde güçlü olabiliriz.