Kime göre doğru, neye göre doğru?

Fark ettiniz mi ‘yola gelmiş’ insanların gözünün feri yoktur. Doğrularını kendi bulmasına fırsat verilmeyen insanlar yani. Babasının ‘saçma sapan vakit öldürüyorsun’ telkinleriyle sadece okulun gereklerine kapanan çocuk gibi.

Riva ŞALHON Köşe Yazısı
22 Temmuz 2009 Çarşamba

Hafta sonu mavi yeşil sularda Kos, Kalimnos, Patmos, gibi irili ufaklı Yunan Adaları’ndaydım. Yüzüm gözüm tuz içinde ayağımda plastik terlikler, yanımda canım kadar sevdiklerimle dolandım; ‘Yamas’ naralarıyla kadeh tokuşturdum, kekikli, halis zeytinyağlı iri kıyım domatesleri, bol sarımsaklı jadjikis’leri (bildiğimiz süzme yoğurttan yapılmış cacık) mideye indirdim. Dünyevi zevklerin en yalın haliyle yaşandığı o topraklarda arkada tıngırdayan Yunan ezgilerine rağmen tatil yazısı yazmayıp aklıma esen konuyu incelemeye karar verdim.  Yani girişle gelişme arasında pek bir bağlantı yok, kusura bakmayın.

O zaman tepeden gireyim artık. Fark ettiniz mi ‘yola gelmiş’ insanların gözünün feri yoktur. Doğrularını kendi bulmasına fırsat verilmeyen insanlar yani. Babasının ‘saçma sapan vakit öldürüyorsun’ telkinleriyle sadece okulun gereklerine kapanan çocuk gibi. Erkek arkadaşının ‘fazla göze batıyorsun’ telkinleriyle eski cıvıl cıvıl neşesini bastırmaya çalışan ve giyim tarzını değiştiren genç kız gibi. Hâlbuki ilk başta onu cazip kılan zaten o fıkırtıydı muhtemelen... Sevdiğimiz insanları, arkadaşlarımızı dahi, değiştirmeye çalışıyoruz. Daha verimli, daha sadık, daha sorumlu hale getirmek için sürekli telkinde bulunuyoruz. Onlar da bize olan sevgi ve bağlılıkları yüzünden farkına varmadan zaman içinde değişiyorlar. İsyan eder gibi bir ses verseler de yola geliyorlar açıkçası. O telkinler, hedefini bulmaz gibi görünse de eninde sonunda hedefi vuruyor. Peki, vuruyor da iyi mi oluyor? Tam iyi olmuyor nedense. O kişilik bitiveriyor, daha iyi olduğu varsayılan yeni kalıp ortaya çıkıyor. Masumiyet Müzesi’ndeki Füsun’un değişimi gibi. Sekiz sene boyunca evine girip hayatını didikleyen takıntılı eski sevgilisi, kocası ve ailesi arasında kendini bastıran, hiç kendi olamayan Füsun... O içi kıpır kıpır, modern kız seneler içinde, filmlerde oynama ihtimalini kaybetmemek için dişini sıkarken, sonuçta hiç bir şey elde edemeyip benliğini de yitirince, arabayı ağaca çarparak hayattan intikamını alır. Yola gelmiş görünen insanların içinde mutsuzluklar ve fırtınalar aslında devam eder…

Doğru… İyi de kime göre doğru, neye göre doğru?

Simyacı’yı okumuşsunuzdur. Santiago babasına dünyayı dolaşacağını söylediğinde babası ona telkinle “Kal burada rahip ol koyunlara sahip çık, zira burası senin geleceğindir” diyebilirdi. Onun yerine “Git, en iyi şatonun bizim şatomuz ve en güzel kadınların bizim kadınlarımız olduğunu öğreninceye kadar dünyayı dolaş” der ve oğlunu kutsar. Hiç geri dönmeme ihtimalini bile bile. Santiago, kendi efsanesini yazacak kadar çok gezip gördükten sonra ilk gün yola başladığı harabeye döner. Hazine oradadır.

Yol göstermek ile yol çizmek arasında ince bir fark var. Başkalarına telkinle yol çizdirmek onların mutluluğu kadar mutsuzluğunun da sorumluluğunu almayı getiriyor yanında.

Sevdiklerimize geleceği ile ilgili yol çizerken yaptırımlar baskılar uygulayabiliriz, ama onların gözündeki ışıltının azaldığını görünce, ufak da olsa bir kalp sızısı çekmek gerek.

Bu konuyu komşu adalarda geçen hoş bir hafta sonuna bağlamak imkânsız. En iyisi son sözleri Alexis Zorbas’ın ağzından Kazancakis’e bırakayım. Zira herkesin kendi tarihçesini kendi yazması ile ilgili bütün demek istediklerimi bir cümleye toparlamış: “Yenilgiler hayatın kaçınılmaz parçalarıdır ve ancak yenilginin sürekli olarak tadılması ile hayatın zaferlerinin tadına varılabilir.”

Yamas, sağlığınıza!