Bir yabancılaşma ve tutunamama öyküsü: Aşağıdaki Ölüler

Büyük şehirlerin her köşesi binlerce hikâye barındırır bağrında; aşklar, ihanetler, yalanlar, cinayetler, kahkaha ve gözyaşı sinmiştir her bir semtine, sokağına… 2009 Gila Kohen Öykü Yarışması’nda üçüncülük ödülünü kazanan Melahat Yıldırım, kente yaşamaya gelen taşralı bir kızın çığlığını, şiirsel ve vurucu bir üslupla okuyucuya aktarıyor

Tuna SAYLAĞ
15 Temmuz 2009 Çarşamba

İtiraf edeyim ki, Aşağıdaki Ölüler’i, anlamak demeyeceğim, özümsemek için iki- üç kez okudum ve her okuduğumda yazarın anlatmak istediği yaşamları, insan hallerini daha fazla duyumsadım, etkilendim. Daha fazlasını öğrenmek için de Melahat Yıldırım’a sorularımı yönelttim.

 Oldukça karamsar ama bir o kadar da katı gerçeklerden pay almış bir öykü “Aşağıdaki Ölüler”; bu öyküyü yazmak nasıl bir ruh hali gerektirdi ya da nelerden yola çıkarak kaleme aldınız hikâyenizi?

Notos Dergisi’nde yer alan bir fotoğrafa kendimce biçtiğim bir öykü bu. Fotoğraf bende, yaşadığı yere uzun bir ayrılıktan sonra geri dönmüş birinin içinde duyacağı huzuru çağrıştırdı. Sonra bir insanın neden bu kadar kuvvetli bir eve dönüş isteğine kapılacağını sordum kendi kendime ve bir yanıt verdim. Bu kadar kuvvetli bir geri dönme isteği ancak evimizden çok uzaklaştığımızda depreşir. Kendimize kıydığımızda, kendimizden ciddi adımlarla uzaklaştığımızda evimize, geçmişimize dönmek isteriz. Çok şiddetli bir istektir bu. Çünkü parçalanmış benliğimiz kendisini kabullenmemekte ve ne yapacağını bilememektedir.

 Öykünün tamamını miş’li geçmiş zamanda yazmanız sanki hikâyeyi yazar kurgulamamış da, bir yerlerden duymuş intibasını veriyor. Bu konuda ne söyleyebilirsiniz?

 Bu hikâye üniversite yıllarımda tanıdığım taşralı bir kızın hikâyesi. Kız annesi için iyi şeyler söylenmeyen bir çocuğa sırılsıklam âşıktı.  Ama fakülteye adım atar atmaz sporcu bir çocukla çıkmaya başladı. Diğer çocuğu seviyor ama bir başkasıyla gezip tozuyordu. Kendisini çarçabuk unuttu. Kaderine yön verebileceği gerçeği ona öğretilmemişti. Kızın babası ile ilgili bölümde deJames Joyce’u kullandım. Joyce’un karısını hikâyedeki gibi örselediğini ve hastalık derecesinde onu kıskandığını okuduğumda çok şaşırmıştım. Kızın annesi de rutin bir Türk kadını. Yaşamın kıyısında, ruhunu eve hapsetmiş ve hayatı sadece televizyon ekranlarında yakalayabilen bir duyarsızlık. Ben hikâyeleri hikâyelere bağlamayı seviyorum. Çünkü yaptığımız ufacık bir şey bile bir başkasının hayatında muazzam etkilere neden oluyor ve iyi bir metin bunu okuyucuya hissettirir.

 Şehir hakkındaki tespitlerinizden yola çıkarak; insanların, suçun, yalanın, günahın birbirine karıştığı bir ortamdaki mutluluk arayışlarında, eli kolu dolu dönme ihtimalleri var mı?

Şehir hayatı insanları daha atomize davranmaya zorluyor. Çünkü her sınıftan insan bir arada ve insanların büyük bir çoğunluğu belirli bir yaşam standardını yakalayamamış. Farklı kültürler ve aynı kültüre ait çeşitli varyantlar birbiriyle karşılaşıyor. Şehir onları birbirlerine bakmaya zorluyor. Bir tarafta hayata tutunmak için kıyasıya bir çaba, diğer tarafta daha kolay hayatların güvenli yaşam alanları. Bu sığınaklara bence elbette en alttaki insanların iç parçalayan hikâyeleri gölge düşürecektir. Onlar suç ve günahlarıyla bu sığınaklarda gedikler açmaya devam edeceklerdir. Çünkü bu insanlar hayatta kalabilmek için kıyasıya bir mücadele veriyorlar. Bu mücadele çoğu kez onları geleneksel değerleriyle ve vicdanlarıyla çeliştiriyor. Mutluluğu daha iyi bir yaşam standardı olarak düşünüyorlar. Hep bir dikey sıçrama arayışı içindeler. Çünkü şehir, parayı ve gücü zihinlerde fetişleştiriyor. Sonra öyle ikilemler yaratıyor ki, neyin iyi neyin kötü olduğuna bile karar veremiyoruz. Her seçeneğin hem olumlu hem olumsuz etkiler taşıyan bir potansiyeli var. Hâlbuki mutluluk tinsel bir şey. İnsan, ruhunu unuttuğu sürece ona ulaşamaz. Yoksul, çaresiz insanların yanı başından geçtiğimizde onların varlıklarına sinmiş mutsuzlukların içimizdeki güzel şeyleri erittiğini hissederiz. Bu yüzden mutluluk kesintili yaşanır. Mutluluğumuzu başkalarına ait mutsuzluklar hep böler.

 Metaforlarla bezenmiş bu öyküyle okuyucuya ne anlatmak istediniz?

Birçok şey... Taşrayı ruhunda şehre sürükleyen bir kızın yaşadığı bocalama, aşk acısını taşırkenki beceriksizliği, kaderciliği, içindeki güzelliklerle şehre eklemlenebileceği ihtimalini düşünemeyecek kadar kendini iğreti bulması, taşraya da şehre de ait olamayışı aslında. Tutunmak istediği her şeyin elinde kalıvermesi, bir seçeneksizlik, bir sıkışmışlık... Hayatın hep dışında tutulmuş, kapalı bir atmosferde büyütülmüş kızların ciddi hatalar yapabilecekleri, bir kendilik tanımı yapabilmeleri için hayata karışmaları gerektiği gerçeği, bazı şeylerin değerinin ancak kaybedildiğinde anlaşılabileceği. “Hızır” metaforuyla anlatmak istediğimse, her ne yaparsak yapalım, kendimizden ne kadar uzaklaşırsak uzaklaşalım hep bir umudun var olduğu, insanın her an kendini yeniden yaratıyor oluşu gerçeği. Sonra katı inançların insanı kavramadaki beceriksizliği ve ikiyüzlü bir zeminde aslında kendileriyle de çelişiyor oldukları. Aşka acının eşlik edişi, onu yok etmenin kolaylığı, bulmanın zorluğu... Şehrin yoksul ve devingen insanları. Ama kısaca yabancılaşma ve tutunamama diyebilirim.

 “Aşağıdaki Ölüler” tanımlamasından okuyucu ne anlamalı, kimdir Aşağıdaki Ölüler?

İçindeki insanı unutarak hayata tutunabilmiş, düştüğü ikilemlerde hep pragmatik davranmış, kolaycı ve ruhlarındaki dar kalıpları insanlara bulaştırmayı hedef haline getirmiş insanlar: Güçlü görünüyorlar, kafaları net, pişman değiller. Ama yine de boşluktalar. Ara sıra da olsa hatırladıkları o kalpleri henüz kirlenmedikleri günlerin huzuruna özlem duyuyor. Ama o kadar uzaklaşmışlar ki, kendilerinden ya da bir bataklığın derinine öylesine saplanmışlar ki, onlar için çok geç. Bu nedenle devamlı olarak başkalarını da kendilerine benzetmeye çalışıyorlar. O bataklığa başkalarını çektikçe rahatlıyorlar. Çünkü yaptıkları yanlışları bu şekilde aklıyorlar. Herkes aynı yanlışı yaparsa hata hata olmaktan çıkar düşüncesi...

 Kimya Bölümü mezunusunuz; edebiyata olan merakınız nasıl başladı?

İnsan, içinde korkunç bir boşluk taşır. Bu boşluğu her birimiz farklı cevaplarla doldururuz. Ben yazıyorum. Yazdıkça hafifliyorum çünkü. Yaralarımı başkalarının yaralarıyla karşılaştırıyorum. Kime baksam bir ihmal edilmişlik, sevgisizlik... Sanki canlandırılmayı bekleyen kuklalar gibi insanlar. Ben o kuklalara bir hikâye giydirmeyi çok seviyorum ve bu sadece kendim için yaptığım bir şey. Bazen de öyle acı hikâyeler duyuyorum ki, yazmak vacip oluyor. Boynumun borcu yani... İnsanlar okusun ve hep beraber utanalım diye...

 Edebiyat dünyasında size öncü olan isimler kimlerdir?

Aslı Erdoğan olağanüstü imge ve cümleleriyle, Tezer Özlü bireyselliği, toplumuyla arasındaki o acı uzaklığı ve içindeki varoluşsal ıssızlığı cümlelerine taşıma gücüyle, Elif Şafak tasavvufî birikimiyle, Beckett anti kahramanlarıyla, Borges kurmacılarıyla, Kafka metaforlarıyla, Dostoyevski kahramanlarını konuştururkenki ustalığıyla ve felsefi yaklaşımlarıyla, Tanpınar geçmişimizi hüzünle yâd eden cümleleriyle, Bukowski arsız erkek bakışları ve sadeliğiyle, Ulus Baker felsefî bilgiyi şiirsel cümleleriyle harmanlamadaki becerisiyle, Yavuz Ekinci ülkemin acımasız gerçeklerine ulaşan sade cümleleriyle bu uzayıp gider. İyi yazarların isimleri saymakla bitmez.

 Gila Kohen Öykü Yarışması’na katılmaya nasıl karar verdiniz? Yarışma hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?

Kül’de okudum ve katılmaya karar verdim. Bu yarışma sayesinde genç yazarlar arasında kendi yerimi tartma imkânı buldum. Bu benim ilk ciddi başarım. O gece çok güzeldi. Herkes çok cana yakın ve misafirperverdi. Tuluyhan Uğurlu’yu ilk kez canlı olarak dinledim ve mest oldum. Şalom’un bayan gazetecilerinin nostaljik bir görünümleri var. Ses tonunu tanıdığım birinin görünümü konusunda çuvalladığımı fark ettim. Eti Varon’u zihnimde daha sert ve uzak görünümlü biri olarak düşünmüştüm. Hassas ve kırılgan görünüyordu oysa. İstanbul’u bilmediğim için beni telefonla araması çok mutlu etti. Onu çok sevdim. Gençleri de yazmaya teşvik etmeniz beni çok mutlu etti. Umarım diğer gazeteler de Şalom’u bu konuda örnek alır. Böylece bu ülke yeni Mario Levi’ler çıkarır ve onların da hüzünlü İstanbul masallarını soluk soluğa dinleriz ve inşallah artık bu masallar kendini İstanbul’a yabancı hissettirilmiş gerçek İstanbulluların olmaz. Çocuklarımız farklı kültürlerin biraradalığının ve iç içe geçmişliğinin keyfini çıkarırlar. Her şey için teşekkürler, iyi ki varsınız...

 Melahat YILDIRIM kimdir?

 1974 Karabük doğumlu. İlk, orta ve lise tahsilini Karabük’te tamamladı. Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi Kimya Bölümü’nü bitirdi. Ankara’da öğretmen olarak çalışıyor. “Kelimelerin Peygamberi” adlı öyküsü 2009 Altkitap Öykü Seçkisi’nde yayınlandı. Ayrıca “Zaman Akarken” ve “Hiç Kimsenin Acısı” adlı iki öyküsü de Kül Öykü Gazetesi’nde yer aldı.