Yaşam Yürüyüşü’nün en zor durağı:MAJDANEK

March of the Living günceme devam ediyorum… Yolculuğumuzun üçüncü gününde buradaki Yahudi tarihi ile ilgili bilgilendik. Ancak Majdanek’e gittiğimiz dördüncü gün, hepimiz için turun en zor durağıydı…

Aylin YENGİN Perspektif
21 Nisan 2010 Çarşamba

13 Nisan Salı

Bugün gezdik…

Krakova, Polonya Krallığı’nın eski başkenti! Yahudilerin Krakova’ya ilk yerleştikleri yer, şu an ‘Old Town’ (Eski Krakova) olarak bilinen bölge. Zaman içinde, çeşitli nedenlerden ötürü (genellikle antisemit temellere dayanan) bütün cemaat 15. yüzyılın başlarında Kazimiers’e sürüldü. 19. yüzyılda Krakova’da yaklaşık 20.000 kadar Yahudi yaşıyordu. Şimdiyse burada, sinagogların toplamı kadar bile Yahudi kalmadı. Sinagogların çoğu müze olarak gezilebiliyor. Eski Yahudi mahallesindeki yedi sinagogun etrafındaki restoranlar her ne kadar geleneksel Yahudi yemekleri sunsa da, hiçbiri ‘kosher’ mutfağa sahip değil.

Krakova gezimizin ilk uğrak noktası, Die Alte Schulle (Eski Sinagog). Burası 14. yüzyılda inşa edilen Polonya’nın en eski sinagogu. Gerek bu denli eski olduğundan, gerekse yangınlara ve çeşitli eylemlere maruz kaldığından, birkaç kez renove edilmiş. Orijinal yapının kalıntılarına, sadece duvarın bazı bölümlerinde rastlamak mümkün. Sinagog bugün sadece bir müze olarak kullanılıyor. Mekânın çok ilginç bir yapısı var: bu yüksek kemerli yapı yalnızca iki sütün üzerinde duruyor – bir benzeri Prag’da var. Bir diğer ilginç yanı da kadınlar bölümünün (Azara) olmayışı. O dönem kadınlar sinagoga gelmezlermiş… Zaman değişiyor!

Eski Sinagog’dan tam 200 sene sonra inşa edilen RAMA Sinagogu (Yeni Sinagog), ismini kurucusu Rabi Moshe Aisserlash’tan almış bir ‘aile’ sinagogu. Bir sene içinde ailelerinden üç kişinin vefat etmesi üzerine kurulan sinagog, ilk başta küçük bir tahta yapıdan ibaretmiş, ama yangınlara dayanamayınca yeniden ve bu kez daha içerlek bir beton bina olarak inşa edilmiş. Burada çok ilginç bir olay yaşadık. Yanımıza yaklaşan uzun sakallı genç bir adam, önce rehberimizin dediklerini dikkatle dinledi, ardından da RAMA’nın 17. kuşaktan torunu olduğunu söyledi ve bizimle anılarını paylaştı. 52 yaşında vefat eden Rama, tam 20 yıl boyunca Krakova’nın hahambaşısı olarak hizmet vermiş ve herkes tarafından çok sevilmiş. Sabah tefilamız için bundan daha uygun bir yer olamazdı, çünkü yeni sinagog müzeye dönüştürülmemiş yegâne sinagoglardan biri. Beyler tefilin takarken, biz hanımlar sinagogun yan tarafındaki ve Rabi Moshe Aisserlash’ın da gömülü olduğu mezarlığı ziyaret ettik. Dediklerine göre, dileğini bir kâğıda yazıp mezarına bırakırsan, dileğin gerçekleşiyormuş. Fırsatı kaçırmadık!

Sırada ‘The Temple’ (Tapınak) adıyla anılan ve iç mekânı sinagogdan çok, bir kiliseyi andıran, aşırı oymalı kakmalı bir müze / sinagog vardı. Ehal’in üzerinde yer alan altın taç ve kadın ve erkeklerden oluşan bir koronun o dönemde ilahiler icra ettiği küçük balkonun yanı sıra, burası çok geniş ve süslü bir Azara’ya sahip. Demiştim size, zaman değişiyor diye… Bu sinagog zamanın ‘reformist’ sinagoglarından sayılıyormuş ve bu denli süslü olmasının nedeni, inşa edildiği dönemde insanların eğitim almak üzere gittikleri Viyana’nın izlerini taşıyor olmasından kaynaklanıyormuş. Miriam burada bizlere Krakova yakınlarında geçen mutlu, huzurlu çocukluk yıllarından söz etti. Bu insanlar böyle acı bir sonu hak edecek ne yapmışlardı acaba?

Krakova’da sadece büyük sinagoglar yok, aynı zamanda ufak sinagoglara dönüştürülmüş evler de vardı. Bunlara ‘schtibble’ diyorlar. Bir bakıma mahalle sinagogu gibi bir şey. Bazı evlerin kapılarındaki İbranice yazılar, bunların bir zamanlar birer schtibble olduklarını gösteriyor.

1941 yılında Tarnov Gettosu inşa edilince, Krakova’da yaşayan Yahudiler bir günde evlerini boşaltıp, şehri boydan boya kat eden Wisla Nehri’nin üzerindeki köprülerden, gettodaki ‘yeni’ evlerine geçmeye zorlandılar. Miriam bize beş yatak odalı evlerinden ayrılışlarını anlattı. Böylesine bir konfordan, iki odalı bir köhne daireye geçmişler, hem de üç aile birden, toplamda 20 kişi! Bu zorlu dönemde onlara yardım eden Polonyalılar da varmış (bu kişilere Righteous Among Nations - Yahudi olmayıp Yahudileri kurtaran) diyorlar. Yad Vaşem’de bu kişilerin adlarına dikilen ağaçlardan bir orman var. İşte böyle birinin, gettonun tam karşısında eczanesi bulunan bir eczacının artık müzeye dönüştürülen ‘Yiyecek Eczanesi’ne gittik. Burası savaş yıllarında, eczacının izni ve yardımıyla getto sakinleri için gizli bir geçit ve saklanma yeri olarak kullanılıyordu.

Öğleden sonra programımızda, Plasow (1942 ve 1943 yıllarında faaliyette olan Nazi toplama kampı) ve Eski Krakova vardı. Miriam’ın Plasow’a gönderilmiş olması ve buradaki kâbus benzeri günlerini bizimle paylaşması günün en anlamlı dakikalarını yaşamımıza neden oldu. Böylesi duygu yüklü bir gezinin ardından, Eski Krakova’nın neşeli ve otantik havası hepimize iyi geldi. Süslü at arabalarıyla meydanı dolaştık ve savaştan fazla zarar görmeden kurtulan Krakova’nın eski şehir manzaralarını izleme imkânı bulduk.

Otelimize dönüş yolunda, otobüste izlediğimiz Schinler’s List filminden, daha iyi bir seçim olamazdı! Yarın çok duygusal bir gün olacak Majdanek’e gidiyoruz.

14 NİSAN ÇARŞAMBA

Bugün ağladık…

Geçtiğimiz yıllarda Yaşam Yürüyüşü’ne katılanlar, Majdanek’in en ‘zorlu’ program olduğunu söylüyorlardı. O yüzden ne yalan söyleyeyim bu sabah yüreğimde bir ağırlıkla uyandım. Rehberimiz bizi Majdanek öncesi, iki ‘anısal’ mekâna götürmeye karar verdi.

Bu seyahate başladığımız günden bu yana, savaş öncesi 3,5 milyon Yahudi’nin yaşadığı bir ülkede, nasıl olur da Polonyalılar komşularına yardım etmediler, niye daha fazla Yahudi’nin hayatını kurtarmadılar? diye düşünüyordum. Bugünkü ilk durağımız Markova’da Yahudilere yardım eden Polonyalıların başına geleni kendi gözlerimizle gördük. Yahudi komşularını Nazilerden korumak için evlerinde gizleyen Ulma Ailesi anısına dikilen anıt, bunun en doğal kanıtıydı. Evlerinde bir Yahudi ailesi gizlediklerini keşfeden Naziler, önce gizlenen Goldmanlar’ı ardından da 9 kişilik Ulma Ailesini hunharca katletti, karnında henüz doğmamış bebekleriyle birlikte... Siz olsanız, ailenizin hayatını riske atma pahasına, Yahudi komşularınıza yardım eder miydiniz? Cevabı zor.

İkinci durağımız, rehberimiz Dvora’nın ailesinin gittiği Lancut Sinagogu. Lancut kasabasındaki bu ‘renkli’ sinagogun çok ilginç iki özelliği var: duvarları ve hupa’yı andıran teva’sı. Bir sinagogun duvarlarında bu kadar ilginç ne olabilir? diye düşünebilirsiniz. Hayatınızda hiç bu kadar çok süsleme – özellikle hayvan resimleri – görmediğinize bahse girerim. Nasıl olur da bir sinagogun içinde bu kadar resim olabilir? diye sorduk. Meğer bunlar alahaların ve pasukların açıklamalı anlatımlarıymış. Sadece resimler yoktu duvarlarda, sinagogun üst balkonunda oturan ve maddi nedenlerden ötürü dua kitapları olmayan kadınlar için Sidur’un belli başlı bölümlerine de yer verilmişti. Rehberimiz bize, 5 yıl önce kaybettiği annesinin geleneksel olarak pişirdiği ve bu sinagogu her ziyaret ettiğinde, turdakilere dağıtmasını istediği kurabiyeleri verirken, hep birlikte duygusal anlar yaşadık.

Hazırdık – vahşetin en acısını görmeye! Majdanek, Lublin’in hemen yanı başına inşa edilmiş ve ilk amacı Rus savaş esirlerini barındırmak olan, daha sonra ise Yahudiler için bir toplama, çalışma ve ölüm kampına dönüştürülen büyük bir ‘mezar’. Savaşın ardından burası müzeye dönüştürüldüğünde, girişine oldukça büyük ve etkileyici bir anıt inşa edilmiş. Kampa girmek için, bu anıtın içinden geçmek zorundasınız – herkesin bu anıt hakkında farklı bir görüşü var, bana göre 6 kollu bir menorayı andırıyor, kimilerine göre dünyayı omuzlarında taşıyan Hercules’ü... Majdanek, ilk bakışta yemyeşil bir çayırlığa benziyor. Onu diğer kamplardan ayıran bir özelliği de, tren yolunun eksikliği. Genellikle kampların içine kadar giren raylara burada rastlanmıyor. Buraya getirilen insanlar Lublin istasyonuna vardıktan sonra kendi ayakları ile ölüme yürütülüyorlardı.

Majdanek bir defada inşa edilmemiş. Toplama ve çalışma kampıyken sadece barakalardan ve gözetim kulelerinden oluşuyormuş. Zamanla burası ölüm kampına dönüştürüldüğünde, gaz odaları ve krematoryumlar eklenmiş. Gaz odaları hakkında çok şey okumuş, çok fotoğraf görmüştüm, ama Zyklone B gazının duvarlarında mavi lekeler bıraktığı gerçek bir gaz odasının içinde olmak bambaşka bir şey! Burada okuduğumuz kadiş sırasında hiç kimse gözyaşlarını tutamadı, tutmaya da çalışmadı zaten… Krematoryumun yanı başındaki küçük bir odada, kullanılmış Zyklone B kutuları sergileniyor... Tellerin arasında tehlikesizmiş gibi duran, dünyanın en zehirli gazı.

Doğal olarak, gazla öldürülen insanların cesetlerinin ortadan kaldırılması gerekiyordu ve gömmek çok vakit alan, fazlasıyla yer ve çaba gerektiren bir işlemdi. Ama Holokost adı verilen bu ölüm sanayi, buna da bir çare buldu. Cesetler, büyük fırınlarda (krematoryum) yakılmaya başlandı. Krematoryumların yanında olmak, yanan bedenlerin dumanlarının çıktığı dev bacayı görmek, insanı nasıl sarsıyor, inanamazsınız... Ama en vurucu olan neydi biliyor musunuz? Krematoryumların ısısından yararlanarak, ısıttığı banyosunda duşunu alan generalin, köşede duran küveti! Vahşet deyin, acımasızlık deyin, ben buna vicdansızlık diyorum!

Burası ile ilgili rakamlara değinmek gerekirse: Ruslar tarafından ilk boşaltılan kamp olan Majdanek’te toplam 78.000 kişi öldürülmüş, 45.000 kişi diğer kamplara gönderilmiş, 500 kişi ise kaçmayı başarmış. Sabah 5.00’ten akşam 21.00’a kadar süren bu esaret benzeri çalışmanın karşılığı 200 kalorilik bir yemek – ona da yemek denebilirse tabii! Her gün, saatler boyunca, her biri 60’ar kiloluk taşlar kaldıran bir insan bu açlığa nasıl dayanabilir? Ruslar Majdanek’e geldiklerinde, bir barakanın içinde yaklaşık 1.000.000 çift ayakkabıyla karşılaşmışlar. Şu an bu ayakkabıların 100.000 çifti, temsili olarak barakalardan birinde sergileniyor. Diğer bir barakada, kap kacaklar, kırık gözlükler, yamalı zebra pijamalar var. Diğer kamplardaki ayaklanmalardan ve isyanlardan gözü korkan Majdanek’in generali, isyan çıkmasını önlemek amacıyla bir günde tam 18.000 kişiyi kurşuna dizmiş ve hepsini toplu mezara gömmüş.

Kampın çıkışı da en az girişi kadar etkileyici bir anıta sahip. Dev bir kubbenin altındaki insan küllerinden oluşan tepe, gerçeği gözlerinizin önüne bir kez daha ve tüm çıplaklığıyla seriyor.

Bugün de bitti, bizi tüketerek, içimizden bir şeyler alıp götürerek…