Birol Üzmez’in gözünden İzmir’in son avluları…

Bir zamanlar yüzlerce yoksul Yahudi’nin barındığı İzmir’deki Kortejo-Aile Evleri ve burada yaşanan ibret verici insan öyküleri, fotoğraf sanatçısı Birol Üzmez’in kareleri aracılığıyla 8 Nisan–2 Mayıs tarihleri arasında Schneidertempel Sanat Merkezi’ne konuk oluyor.

Tuna SAYLAĞ
7 Nisan 2010 Çarşamba

Proje danışmanlığını Yusuf Tuvi’nin, sponsorluğunu Türkiye Hahambaşılığı’nın üstlendiği bu renkli sergiyi kaçırmayın derim.

Birol Üzmez bize A’dan Z’ye Kortejo projesini anlattı.

İzmir’in arka sokaklarında, unutulmaya yüz tutmuş eski bir yerleşim alanı olan Kortejo Aile evlerini nasıl keşfettiniz?

İzmir’in arka sokakları diye bildiğimiz mekânlar, bir zamanlar en hareketli en canlı yaşantıların olduğu bölgelermiş. Bugün Juderia dediğimiz eski Yahudi Mahallesi, mimari doku olarak belki de İzmir’in en güzel bölgesi olarak keşfedilmeyi bekliyor.

1993 yılında Zonguldak’tan İzmir’e geldiğimde Anafartalar Caddesi’nde dolaşırken kapısının üstünde Aile Evi yazan bir tabela görmüştüm. O anı hiç unutmuyorum. Dar bir koridor etrafında sıra sıra dizili evler, avlunun içinde bir tulumba, kapı önlerinde oturmuş çiğdem çitleten kadınlar, ortalıkta koşuşturan çocuklar, iplere dizili çamaşırlar görmüştüm.

Aile Evi’nin ne olduğunu ilk kez o zaman keşfetmiştim. O dönem için bu mekânlara girip fotoğraf çekme cesaretini bulamadım kendimde. Sanırım böyle bir hayatı fotoğraflamak için hazır da hissetmiyordum kendimi. Aile evlerinin cümle kapıları genellikle kapalı olurdu ve dışarıdan baktığınızda içerideki yaşamı göremezdiniz. Yabancıysanız sizi zaten içeriye de almazlardı.

Aradan yıllar geçti. 2008 yılında çalıştığım iş yerinden emekli olunca yıllardır çekmek için sabırsızlıkla beklediğin bu konuyu çalışmaya karar verdim. Gerçek anlamda kendimi bu konuyu anlatmaya adadım diyebilirim.

Aile Evi denilen İzmir’in simgesi olmuş bu ortak yaşam alanlarının özelliği neydi? Ne demekti?Önce bu konuda belgeler toplamaya kitaplar araştırmaya koyuldum. Bu konuyu daha önce çalışan işleyen var mı diye araştırdığımda karşıma ilk önce Tarık Dursun K.’nın Karataş’taki bir aile evinde geçen hayatı anlatan “Rıza Bey Aile Evi” kitabını buldum. Bir çırpıda bu kitabı okudum ve işte burada Kortejo’ların kökenini öğrendim. Aile Evleri diye biliniyordu İzmir’de ama bunların kökenlerinin 1492 yılında, 2. Beyazıt döneminde İspanya,1497’de Portekiz’den sürgün edilen Sefarad Yahudilerine kadar gittiğini öğrendiğimde dünyam ve bakış açım değişmeye başladı. Tarık Bey bana gençlik yıllarındaki Yahudi sevgilisi Coya’nın hikâyesini anlattı. Onu ne kadar çok sevdiğini, kordon gezintilerini, körfezdeki vapur kaçamaklarını. Madam Coya’nın hikâyesi beni çok etkilemiştir. İsrail devleti kurulduktan sonra Coya İsrail’e gidiyor ve bu aşk yarım kalıyor. Tarık Dursun K. hep Coya’nın ardından İsrail’e gitmek istemiş ama bu hayalini bir türlü gerçekleştirememiş.

Reşat Karakuyu’nun bir dönemin Kemeraltı’sının arka sokaklarındaki Yahudi yerleşimlerindeki gündelik hayatı anlattığı “Kahraman Sokağı Sakinleri” ve “Çopur Hasibe” isimli kitapları keşfettim. Reşat Bey’le tanışıp kitabında anlattığı hikâyelere ve o insanların yaşadığı sokaklara doğru nostaljik bir yolculuğa çıktık. Bir dönem İzmir’de, Aile Evlerinde yaşayan hem Türklerin hem Yahudilerin gönlünde taht kurmuş Doktor İsrail Bey’in evini gösterdi bana. Sokaktaki yaşlılar hala bu insanın iyiliklerini unutamamıştı. Birçok kortejoyu yerinde bulamadık, sokak aralarında hüzün dolu, kısmen gözyaşlarını tutamadığımız yolculuğumuz sırasında bu insanların yaşam alanları hakkında da bilgi sahibi oluyordum.

Eskiye ait çok da fazla belge bulamadım başlarda. Eski bir kortejo fotoğrafı aradım ama bulamadım. O dönemler hakkında yazılanlar çok kısıtlıydı ve benim istediğim hiçbir şey yoktu içlerinde. Sonra ben kendi öykümü fotoğrafla anlatmaya karar verdim. O günleri hatırlayan canlı tanıklarla görüşerek hatıralarını dinledim. Kortejo’ların nerelerde olduğunu sokak sokak arayıp buldum. Kemeraltı’nın en eski esnaflarından Alberto Bey’le tanıştım. Kendisi bana neredeyse İzmir’in tarihini anlattı ve benim ufkum onun anlattıklarından sonra genişledi. Eski Juderia bölgesini, kortejoları, tütün mağazalarını, Alyans Mektebini, Dario Moreno’nun yetimler yurdunun yerini ve sinagogları tek tek yerinde gösterdi. Alberto Bey’in babasının da Tilkilik’te Bazbana adında bir kortejosu varmış, bana o kortejonun yerini gösterdi. Pek bilmediğim bu mekânları öğrenmiş oldum sayesinde.

Bölgeyi ve içinde yaşayan insanları tanıma süreciniz nasıl gelişti? Deklanşöre basmaya ne zaman karar verdiniz?

Filmler seyrettim, kitaplar okudum, Sefarad müzikleri dinledim, boyozun yanına İzmir gevreğini katık edip düştüm yollara. Bir zamanlar Yahudihane olarak kullanılan ancak günümüzde otele dönüştürülen belki de kortejo mimarisini günümüze kadar özgün biçimde korumuş en güzel mekânlardan biri olan Manisa Akhisar Oteli’nin sahibiyle görüştüm. Kendisine ne yapmak istediğimi anlattım. Bana güvendi ve otelin içinde çalışmama izin verdi. Mekânda, kafamın içinde yarattığım dünya ile anlatmak istediğim hikâye bire bir örtüşüyordu. Aynı geçmişteki gibiydi her şey. Bir avlu, avlunun ortasında bir tulumba vardı. Otelin su ihtiyacı hala bu kuyudan karşılanıyordu. Alt katta tek göz odalar, üst katta bir balkon ve yine tek tek odalar, avlunun karşısında bir çamaşırhane, tuvaletler, banyo, lavabo ortak olarak kullanılıyordu. Odalarda kalanların çoğu on yıldır, beş yıldır, iki yıldır bu odaları evi gibi kullanıyordu. Bir tek Museviler yoktu. Onların yerine fakir Türkler, her şeye boş vermiş yalnızlar, kimsesizler, yaşamdan ümidini kesmiş insanlar kalıyordu. Onlar yoktu ama ruhları hala avlunun etrafındaydı, odaların içindeydi.

Altı ay burada yaşayan insanların arasında yaşadım. Onları yakından tanıdıkça bu insanların dünyaları da benim dünyam olmaya başladı. Dünyalarını bana açmaları, odalarına girmeme izin vermeleri bir ayrıcalık ve onurdu benim için. Birbirimize güvendik, onlar bana ben de onlara; karşılıklı sevgi saygı çerçevesinde bu insanları belgelemeye başladım. Fotoğraf çekimlerim sırasında birlikte aynı kaptan yemek yedik, birlikte kahvaltı yaptık, birlikte sevindik, birlikte üzüldük. Uzun süre onların arasında kaldığım için bir süre sonra beni unutuyorlardı, fotoğraf makineme alıştıkları için onların en doğal hallerini fotoğraflayabiliyordum. Hepsinin ayrı öyküsü vardı. Sanki Tarık Dursun K.’nın kitabındaki karakterler canlı olarak karşımdaydı. Pavyon Kamil, Mercedes Ali, Ayşe Teyze, Majestik Serap ve diğerleri…

Hepsinin hikâyesi birbirine benziyordu, kelimenin tam anlamıyla hayatın sillesini yiyen bu insanlar, genç, yaşlı, kadın erkek, aynı avlunun içinde, aynı kaderi paylaşarak hayata tutunmaya çalışıyorlardı. Kaderleri gibi kullandıkları mekânlar da ortak olan bu insanların hayatlarını ve diğer aile evinde yaşayanları, aile evlerini fotoğraflamaya devam ettim. Fikriye Teyze, Suna Hanım, Türkölmez Ailesi ile tanışmam böyle oldu. Fotoğraflarda kedi motifi hep öndeydi. Yalnızlıklarını gideren tek unsur, tek dostları kedilerdi. Bu motif fotoğraflarımda da görülmektedir. Ben biraz da kedilerin gözüyle bakmaya çalıştım. Onlar gibi yanlarına sokulup çoğu zamanda kedilerin seviyesinden çekmeye çalıştım, karşılık beklemeden.

Bir zamanlar fakir Yahudilere ev sahipliği yapmış olan bu evlerin şimdiki durumlarını ve koşullarını, içinde uzun zaman geçirmiş biri olarak biraz anlatır mısınız?

Uzunca bir dönem İzmir’deki sosyal yaşantı içinde önemli yer tutan aile evleri geleneğinin zaman içinde tamamen unutulması ve anılarımızın derin dehlizlerine çekilmesi beni hem şaşırttı hem de çok üzdü. Böyle bir geleneği, böyle bir kültürel mirası dünyanın neresine giderseniz gidin artık bulamazsınız. Bugün bu zenginliğin kıymeti bilinmiyor.. Bu yapıların günümüze kadar gelebilmesi büyük bir şans. Çok değerli bir hazineye sahibiz.  Bugün İspanya’da Juderialar kültürün, sanatın, turizmin en yoğun yaşandığı mekânlar olmuş. İzmir de bu şansı değerlendirebilir diye düşünüyorum.

Bu evlerin günümüzdeki durumları kelimenin tam anlamıyla içler acısı. Agora kentsel yenileme yıkımları sırasında, gözümün önünde Sadık Bey Aile Evi yıkıldı. Sadık Bey dediğimiz kimdir biliyor musunuz? Bugün televizyonlarda reyting rekorları kıran Aşk-ı Memnu dizisinin kitabının yazarı Halit Ziya Uşaklıgil’in dedesidir. Bu önemli aileler belki ihtiyaçtan, belki zorunluluktan kendi adlarına aile evleri inşa etmişler. Buralarda barınmak daha ekonomik olduğu için.

Bazı sevindirici olaylar da yok değil. Örneğin Anafartalar Caddesi’nde bir dönemler Yahudihane olarak kullanılmış Saray Oteli, iki yıl önce el değiştirerek restore edilip yeniden modern bir otel haline getirildi. Otelin yeni sahibi oranın tarihi geçmişini yeni öğrendi ve kıymetlendi otel. Ben eski halini çok iyi biliyorum, altı sene önce burada kalmıştım. Büyüleyici bir mekân. Aynı hizada Cevahirci Han var. Doktor Fikret Cevahirci’nin mülkiyetinde, eski adı Paşayakov Yahudihanesi. Muhteşem bir mekân, anılarına sahip çıktıkları için burayı korumuşlar. Tam orijinal bir Yahudihane mimarisi. Sağlam olarak duruyor. Yahudiler gittikten sonra Romanlar yerleşmiş önce, sonra onlar yapamamışlar, uzun süre ayakkabıcılar çalışmış. Işıkkent’te ayakkabıcılar sitesi yapılınca onlar da burayı terk etmiş, şimdi tek tük tekstil atölyeleri mevcut. Anafartalar Caddesi’nde koruma altına alınması gereken üç adet kortejo var. Bunlar geleneksel Yahudi evleri hakkında çok önemli ipuçları veriyor. Odaların içindeki duvar kâğıtları bile Musevilerden kalma. Ama sahipsiz bakımsız binalar bunlar. İkiçeşmelik’te hala içinde insanların yaşadığı üç adet aile evi var. Hiç bir şey değişmemiş, yaşantı hep aynı. Kemeraltı’nın arkasında terk edilmiş yerler var. Karataş’takiler ise ne yazık ki apartmanlara teslim olmuş. Hiçbir iz bulamazsınız.

Yoksulluğun hüküm sürdüğü bu yerlerin barındırdığı insan hikâyelerinden söz edecek olsanız, neler söylerdiniz?

Yoksullar ama mutlular, zenginiz ama yoksuluz! Hiç bir şeyleri kalmamış ellerinde, her şeylerini yitirmişler, ailelerini, evlerini, çocuklarını, tüm varlıklarını yitirmişler. Gidecek yerleri yok, sığındıkları tek yer işte bu eski Yahudi evleri. Bu mekânlarda yaşayan insanlara sırt dönüşümüz, onları görmezden gelişimiz aslında sadece yoksulluğa yönelik bir umursamazlık değil; ortak yaşamaya ve çok renkliliğe dair de bir “hafıza kaybı” bana göre. Ve böyle bir unutma, bütün insanlığın kendisiyle yüzleşmesi ve hepimizin yoksullaşması aslında.

İnsanlar günümüzde her şeyi elde ediyor artık paranın gücüyle. Rezidanslarda güvenlik kameralı evlerinde oturuyorlar. Huzur içindeler mi acaba? Mutlular mı? Yanlarında kimseyi bulabiliyorlar mı bir dertleri olduğunda? Bu nedenle aile evleri bana göre çok önemli. Unuttuğumuz en temel insani değerleri tekrar hatırlamamız için önemli. Nedir onlar? En önemlisi insanlığımız. Bizi birbirimize bağlayan en temel değerleri, sevgiyi, arkadaşlığı, dostluğu, paylaşmayı, kardeşliği, bir lokma ekmeyi ikiye bölmeyi unuttuk. Sanırım Aile olmanın güzelliğini ve Aile Evlerini unuttuk.

Film gibi anılar var. Odabaşıcılık geleneğindeki haftalık kira toplama âdeti Cevahirci Han’da hala yaşatılıyor. O yıllara tanık olmuş yaşlı Türklerin çocukluk anılarında, cumartesi günleri ateşe el sürmeyen Yahudilerin mangallarını yakma karşılığında topladıkları bahşişler silinmemiş. İsrail’den her yıl çocukluklarının geçtiği bu Yahudihaneyi görmeye gelen insanlar var.

Bu deneyim size neler kazandırdı?

 Geçmişte bu mekânlarda yaşamış Sefarad Yahudilerini, Karambol oyununu, sübyeyi, patlıcanlı boyozu, hamursuz ekmeğini, Cervantes’in unutulan dili olan Ladino’yu, İzak Algazi’nin şarkılarını öğrendim ve tanıdım. Onların tarihlerini araştırmak, arkeolojik kazı gibiydi benim için. Yoktan bir şeyi var etmek gibi. Unutulmaya yüz tutmuş bir kültürel mirası yeniden gündeme getirmekti. “Bu insanlar da yaşamışlar buralarda, onlar da bu şehrin, bu ülkenin kültürel zenginliğiydi “diyebilmek beni mutlu etmiştir.

Daha özgürleştim ve artık dünyayı daha iyi anlayabiliyorum. Etrafımızdaki savaşlara bakalım. Ne için bunca gürültü-kıyamet? Bizi birbirimizden ayıran bu duvarlar ne için? Beş yüz yıl boyunca ortak bir avlunun etrafında aynı kaderi paylaşmış bu insanlar (Yahudi’si, Müslüman’ı, Ermeni’si, Rum’u, Kürdü, Laz’ı, Boşnak’ı) birlik ve beraberlik içinde kardeşçe yaşayabilmişse, dönüp tekrar aile evlerindeki yaşamları yeniden keşfetmemiz gerekiyor. Bu insanları birbirine bağlayan ortak payda neydi? Bunu görmek gerekiyor. Eğer bunu yeniden keşfedersek pek çok sorunu ve düşmanlıkları ortadan kaldırabilir, birbirimizi daha iyi anlayabiliriz diye düşünüyorum.

Genelde anlatacak öyküsü olan yerleri, insanları objektifinize alıyorsunuz, “Madencinin Yaşamı”  veya "Mortakya" çalışmalarınız gibi… Belgesel fotoğrafın çekiciliğinden ve gücünden biraz söz eder misiniz, neden bu dalı tercih ettiniz?

Kendimi böyle daha iyi ifade edebiliyorum. Belgesel fotoğraf gerçeğin ta kendisidir. Çektiğimiz fotoğraflarla tarih yazıyoruz biz. Gerçeği olduğu gibi, hiçbir müdahalede bulunmadan, sonradan manipüle etmeden, tarafsız bir gözle gelecek kuşaklara aktarıyoruz. Bir Ara Güler neden kolay olamıyor insan! Çünkü o, gerçeği tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermiş usta bir fotoğrafçıdır. Onun için bir Ara Güler bir daha çıkmaz ülkemizde. Çünkü şimdi herkes günü birlik ün, şan, şöhret peşinde. Belgesel fotoğrafın ve fotoğrafçısının buna ihtiyacı yok. Varsan, baksan en yüksek tepeye ve zirveye çıksan nedir ki? Aşağıdan bakanlar seni göremezler, sen aşağıdakileri göremezsin ve sonunda yalnız kalırsın.

Uzun yıllar Zonguldak’ta yaşadığım için madencilerin yaşamlarına içeriden bir gözle bakabilme şansım vardı. Her şey benim şehrimdeydi, gözümün önündeydi. Mortakya çalışması şimdilerde çok fazla gündemde olan roman açılımının önceden fark edilip belgelenmesiydi. Şimdi Ege Mahallesi’nde kentsel dönüşüm projesi hayata geçecek ve benim dört yıl önce çektiğim fotoğraflar tarihe tanıklık edecekler. O zaman söylediğim şeyler vardı bu insanların yaşam tarzlarının apartman kültürüne uygun olmadığına dair, şimdi

Sulukule’deki projenin fos çıkması bunu doğruluyor. Artık farklı yaşam alanları düşünülüyor. Ben Aile Evleri’ni ve Kortejo mimarisini öneriyorum TOKİ’ ye, gelsinler İzmir’e bu yaşam tarzının nasıl bir şey olduğunu görüp günümüze uyarlasınlar. Zaten Ege Mahallesi aslında büyük bir aile evidir. Kırk yıl önce yapılmış blok apartmanlar, aile evi geleneğinin sürdürülmesi ilkesine dayanır.

Sizce belgesel fotoğraf çekenlerin ele aldıkları konuyu içselleştirmeleri gerekiyor mu?

Benim sadece fotoğraf çekmek gibi bir derdim olmadı hiçbir zaman. Aynı zamanda anlatmak gibi bir derdim oldu. Örneğin Aile Evleri konusunu ele alalım. Ben bu konuyu gerçekçi biçimde anlatabildim mi? Samimi, sıcak, içten, doğru ve yalın bir dille anlatabildim mi? Konuyu dağıtmadan, ona farklı misyonlar yüklemeden, yorum yapmadan yalın bir dille anlatabildiysem başarılı oldum demektir. Gelişen teknolojiyle birlikte etrafımızda çok fazla fotoğrafçı görüyoruz. Her şeyin bir ruhu var, kendine has özellikleri var. Yüzlerce fotoğrafçı ruhu hissetmeden meydana çekirge sürüleri halinde dalıyorlar. Ellerindeki son model kameralar kalaşnikof tüfeklere dönüşüyor. Her gördüklerine nişan alıp ateş ediyorlar. İzin falan istemek hak getire. Ne görüyorsa çekiyorlar. Böyle fotoğraf çekilmez. Her şey tüketiliyor, popüler kültür, sanatın her dalına egemen oldu. Her şeyin ırzına geçebilme hakkını ve özel hayatlara müdahale hakkını kendinde gören bir toplum yetişiyor. Televizyon dizilerine bakalım, son dönemde çevrilen filmlere bakalım, şöyle gerçekten bir sorunu ele alan bir yapıt göremiyorum uzun süredir. Sanatın bütün alanlarında bir dibe vurma bir çöküş yaşanıyor. Arada iyi olan, güzel olan şeylerin de görülme şansı hiç yok bu gürültüde.

Fotoğrafa yaklaşımınızı neler ve kimler daha çok etkiler?

Ben hep küçük hikâyelerin peşinden koşup gölgelere gizlenen yüzlerin izini sürmeyi seviyorum. Vizörden baktığımda kendimi hep bir öykünün içinde buluyorum. Ama öncesinde konuyu araştırmış, ne çekeceğimi bilerek ve sürprizlere açık olarak başlıyorum. Konu, yaşam ve insanlar ile olan iletişim beni etkiliyor. Bu sayede başka insanlara ve kendinize çok şey katmış ve öğrenmiş oluyorsunuz. İnsanların hikâyelerini anlatmayı, o insanların yaşamlarına ayna tutabilmeyi yeğliyorum. Çalışmalarımda bu beni mutlu ediyor. Ben mutlu olamadığım, sevemediğim bir konuyu çekemiyorum. Kortejoları çok sevdim. Kendimi bu konuya adadım. Çalışmam sergi haline geldi ama ben her şeye daha yeni başlıyorum. Başarabilirsem eğer İzmir’de bir Kortejo müzesini hayata geçirebilmek için hayallerim, çabalarım var. Yerel yönetimler bu konuya sıcak bakıyorlar. Bunlar sevindirici şeyler.

İleriye dönük projelerimiz var. Fotoğrafçı eşim ile birlikte Selanik’e gidip oradaki kortejoların izlerini sürmek istiyoruz. İsrail’de sergi açmak istiyoruz. İzmir’den oraya gidenleri bulmak istiyoruz. “Tony Gatlif in Latcho Drom” filmindeki gibi dünyanın farklı ülkelerine dağılmış Sefarad kültürünün izlerini takip ederek bu göçü müzikle belgeleyip anlatmayı hayal ediyoruz.