Hikâyenin adı “Güneş gibi parlayan kız”

Köşe Yazısı
1 Nisan 2010 Perşembe

Tana ESKİNAZİ ALALU


Size bu hafta Susan Clayton’un bir hikâyesini anlatmak istiyorum. Hikâyenin adı “Güneş gibi parlayan kız.”

Bir zamanlar adı Altın olan bir kız yaşarmış. Ailesinin ona Altın adını koymasının sebebi güneş kadar güçlü parlamasıymış. Kasabada herkes Altın’ın geleceği zamanı bilirmiş, çünkü o kasabaya varmadan 1 mil evvel ışınları etrafı aydınlatırmış. Kasabadakiler ona çok üzülürlermiş. Kimse ona yaklaşamazmış. Onun ışığı insanları yakabilecek kadar güçlüymüş. O kasabaya geldiğini herkes kendini ona göre ayarlarmış, çünkü yanabilir veya kör olabilirlermiş.

Altın 7 yaşına geldiğinde ışığı da giderek büyümüş, ailesi buna çok üzülüyor ne yapacaklarını bir türlü bilemiyorlarmış. Büyüdükçe ışığı da onunla büyüyormuş. Sonunda Ay Tanrısı tapınağına gidip fikir almaya karar vermişler.

Annesi “Lütfen bize yardım edin. Altın’ı çok seviyoruz, o bizim hayatımızı aydınlatıyor, ona yardım etmek ona yanmadan yaklaşmak istiyoruz. Onun ışınları çok kuvvetli!” diye ağlarken tapınaktan bir ses gelmiş.

“Kızınızı gerçekten çok seviyorsunuz. O da sizi çok seviyor. O size evrenden sevgisi kadar parlayan bir armağan. Ancak bazen iyiliğin de bir gazabı vardır. Bu yüzden beni iyice dinleyin. Kızınızın göstermesi gereken ışığı öğrenene kadar çok parlayacak, aynı güneş gibi. Güneş bazen oldukça yakıcı olabilir ama istikrarlı olmayabilir. Bu parlama çok iyiye kullanılabilir ama suiistimal edilmesinde kaçınmak gerekir. Eğer kızınız aşırı parlayacak olursa kimse onun gerçek rengini göremeyecek. Ona ışığını akıllı bir şekilde kullanmasını öğretin. Armağanını başkası ile paylaşan insanların, dünyada kardeşleri çok olur.”

Altın’ın ailesi koşa koşa eve dönmüşler. Olanları anlatmak için geldiklerinde Altının daha da parlıyormuş.

‘Altıncığım çok parlak gözüküyorsun.’diye seslenmişler. “Altıncığım ışığın çok güzel ama bizim gözlerimiz için fazla parlak, sana bakamıyoruz.”

 “Evet parlıyorum galiba ama niye benden bu kadar uzakta duruyorsunuz?” diye kızmış Altın. “Bu haksızlık ben bu kadar parlamak istemiyorum, ışığım her gün biraz daha güçleniyor.”

Ay Tanrısının tapınağının tavsiyesini dinleyerek ona bu kadar üzgün olmaması gerektiğinin ve bunun onun için bir nimet olduğunu söylemiş ailesi.

“Bu nasıl nimet, ben kimsenin yanına gidemiyorum, hiçbir çocuk benimle oynamıyor, bana yaklaşan herkesi ya yakıyorum ya kör ediyorum” diye hayıflanmış Altın.

Aile Altın’a Ay Tanrısı tapınağında onlara söyleneni anlattılar. Altın da onları dikkatle dinlemeye çalışmış ancak bir taraftan da kendinden gelen ışıkların, güzel renklerin cazibesine kapılmadan edemiyormuş.

Ailesi anlatmayı bitirdiğinde Altın dışarıya oynamaya gitmiş. Koşarken ışıkları ile çimenleri çiçekleri aydınlatıyor, parıltıları gören balıklar nehirden fırlayıp ne olduğuna bakmak istiyorlarmış. O sırada Altın kayaların üstünde küçük bir kurbağa görmüş. Onu eliyle yakalamış ve oynamaya başlamış. Oynadıkça ışınları daha da parlaklaşıyormuş. Kurbağa kaçmaya çalışmış ancak becerememiş. Altın o kadar eğleniyormuş ki kurbağa bakmış ve kurbağa yanmış ve ellerinin içinde ölmüş. Altın çok üzülmüş.”Ben ne yaptım! Beni affet küçük kurbağa, ben sadece oyun oynamak istemiştim. Benim bu gidişle hiç arkadaşım olmayacak!”diye ağlamaya başlamış.

Altın ağladıkça renkleri parlıyor, çiçekler ve çimenler yanıyormuş. Birden Altın küçük bir tarafını parlamadığını fark etmiş. O parçacığın onu biraz rahatlattığını fark etmiş. Dirseğinde küçücük bir parçanın çamurla kaplı olduğunu ve bunun da ışığını engellediğini görmüş. Bunun üzerine hemen tüm vücudunu çamurla kaplamış, artık eskiden olduğunun yarısı kadar bile parlak değilmiş. Koşarak eve gitmiş bu fikri ailesi ile paylaşmak istemiş ancak onları bulamayınca doğru kasabaya gitmiş. Yolda hayvanlarla oynamış, kasabaya geldiğinde insanlar halen alışveriş ediyor ve yürüyorlarmış.  “Ben bu kasabada hiç bu kadar insan görmemiştim” demiş, kendi kendine. Sevinçten ağzı kulaklarında gülüyormuş. Ağzını açınca ışığının arttığının farkına varmış, hemen ağzını kapamış. O sırada fırıncının oğlunu görmüş, oğlan ona oyun oynamayı teklif etmiş. Altın hemen kabul etmiş ve saatlerce oynamışlar. Gün ilerledikçe Altın’ın üstündeki çamur dökülmeye başlamış. Akşam olmuş ve fırıncının oğlu Altından gelen ışınları ayın ışığı sanıp oyun oynayabildikleri için ne kadar şanslı olduğundan bahsetmiş. Ancak çamur tamamen yok olduğunda fırıncının oğlu doğru eve koşmuş. Altın tekrar tek başına kalmış ve üzülmüş. Eve doğru giderken yolda ağlayan bir çocuk görmüş. Çocuk meğerse kaybolmuş, etraf da zifiri karanlıkmış. Altın çocuğa yaklaşmış. Çocuk sanki gözleriyle yardım için yalvarıyormuş.

‘Sana yardım edebilir miyim?’ diye sormuş Altın. “Kasabada mı oturuyorsun?”

“Evet ama etraf o kadar karanlık ki yolumu bulamıyorum!” demiş çocuk.

“Sana yardım edeyim, ben yolu aydınlatırım sen de yolu bulursun. Beraber gideriz” demiş Altın.

Çocuk kabul etmiş. Dikkatlice gözlerini açmış ve Altının ona söylediği gibi sadece önüne bakmış. Eve geldiğinde çocuk Altına çok teşekkür etmiş dönüp ona baktığında ise artık gözleri kamaşmıyor ve Altına yaklaşabiliyormuş. Çocuğun ailesi Altın’a teşekkür etmek için dışarı çıkmışlar. Altın insanların ondan kaçmadığına inanamamış. Evet parlıyormuş ancak eskisi kadar değilmiş. Altın gerçek ışığını bulmuş ve eski haline dönmeyeceğinin farkına varmış.

Pesah bayramının gelmesi bizim göçlerimizin ve ilk kendimizi bulma yolculuğumuz başlamasıdır. Bunca yıl sonra acaba birey olarak ışığımız ne kadar parlak?  Toplum olarak ne kadar parlak? Kimleri aydınlatıyor veya kimleri kaçırıyoruz? Pesah Alegre!