Yakalandım!

İzel ROZENTAL Köşe Yazısı
17 Mart 2010 Çarşamba

Sonunda sobelediler beni. Ne güzel saklanıyordum oysa! Facebook, twitter, messenger ortamlarında yokum... Haberleşme gruplarından da elimi ayağımı çektim. Bazılarına üyeyim ama yazmam, arasıra toplu mesajlara şöyle bir göz atarım: Lehte - aleyhte atıp tutan var mı diye, hepsi bu...

Ama yakalandım! Aldığım tüm önlemlere karşın buldular izimi. Kör bir solucanı gizlendiği yosunlu taşın dibinden cımbızla çeker gibi çıkardılar beni yer yüzüne.

Kırk beş yıl önceki sınıf arkadaşlarımdan söz ediyorum; ortaokuldakilerden. O zamanlar pek içine kapanık bir öğrenciydim. Oysa ne fırtınalar eserdi içimde! Kendime ait müthiş bir hayal dünyası kurmuştum, dört bir yanı kalın duvarlarla çevrili... Hani bilirsiniz, tam buluğ çağı durumu işte! İki ya da üç arkadaşım vardı görüşüp konuştuğum. Sonra herkes bir yana dağıldı, o arkadaşlıklar tutmadı, unuttuk birbirimizi.

Fransız “frere” okullarında okudum: O yıllardaki bakışımla beyin törpüleme atölyeleri! Feriköy’deki orta okulun lisesi yoktu, dokuz ve sonrası için Anadolu yakasına geçmiştim. Birden fazla çakınca da, ister istemez pek çok sınıfdaşım oldu. 1967 – 1970 yılları arasında mezun olan bu sınıfdaşlarımın çoğu, yaşları gereği emekli artık. Eskiden emekli dediğin hayallerini gerçekleştirmek için güneye yerleşir, balıkçılık, otelcilik yapar, çiçek sulardı. Oysa şimdilerde, elinin altında bir laptop, çiçekleri bile sanal ortamda suluyor. Klavyenin tuşlarına basmaktan parmaklarının uçları nasır tutmuş, geceli gündüzlü internette yazıyor!

Sonunda bir tanesi çıkıyor, 007 misali çalışarak tüm sınıfı bir araya getirmeyi başarıyor. Aslında zor değil; yahoogrouplar, facebooklar sayesinde dileyenler zaten birbirlerini buluyor. Güç olan herkesi toplayıp karşılıklı buluşturmak...

Beni Alberto ihbar etti, gizlendiğim yeri bir o biliyordu. Sonra Setrak adında biri aradı. “Kusura bakmayın ama hiç çıkartamadım” dedim kibarca. “Tabii” dedi, “okuldaki adım Selahattin’di, artık Setrak oldu...”  Meğer bu Setrak, ya da okuldaki lakabıyla Selo, elebaşıymış. Allem ettim kallem ettim, yoğun iş programımdan, seyahatlerimden falan dem vurdum, birinci buluşmadan sıyırdım. Ama Selo’dan kurtulmak ne mümkün!

Sonunda bir akşam üzeri, bacaklarım geri viteste, Levent’teki buluşma mekanına gittim. Ne yalan söyleyeyim, pek de özlemini çekmediğim bir sınıf ortamına yıllar sonra yeniden dönmek fikri beni ürkütüyordu. Bir kadeh içer, erkenden ayrılırım diye düşünüyordum. Zaten sabahın beşinde Frankfurt’a uçmam gerekiyordu ve yanlış anlaşılmamak için de bu geçerli mazeretimi bizim eski Selo yeni Setrak’a üzerine basa basa vurgulamıştım.

Lokal bize ayrılmıştı. Selo beni kucakladıktan sonra, salonun orta yerinde sergilenen bir panoya doğru sürükledi. Panoda koca bir sınıf resmimiz asılıydı: Kravatları sıktığı yüz ifadelerinden belli otuz kadar yeni yetme, bir ikisi dışında hepsi somurtuyor, rahatsız... Sanırsınız ki avluda, gri duvarın dibinde umutsuzca kurşuna dizilmeyi bekleyen Fransız direniş örgütü...

Fotoğrafı bir süre inceledikten sonra yeniden salona döndüm. Kimi suratları tanıyor gibiydim. Hatta bazılarıyla çeşitli ortamlarda karşılaştığım bile olmuş ama aynı sınıfta okuduğumuzu unutmuştum. Hemen herkes “sen kimsin, dur söyleme, ben bulacağım” oyunu oynuyordu. Sınıfta afacan, bitirim, ağır başlı ya da muzip olarak bildiklerimin yıllar içinde geçirdikleri fiziksel ve entelektüel evrimi gözlemek hoşuma gitmeye başlamıştı. Şüphesiz aynı yıllar beni de değiştirmişti, ama içimdeki çocuğun hala kıpırdadığını hissediyordum.

Panoyu dikkatle inceleyen kır saçlı, uzun boylu, geniş omuzlu, keskin bakışlı bir tip fark ettim. “Tanıdım sizi Hocam, maşallah hiç yaşlanmamışsınız!” dedim. “Git lan hıyar!” diye çıkıştı, “Koca bir sömestr yan yana oturduk, hatırlamadın mı?”  Gerçekten de sınıf arkadaşlarımı hatırlamakta güçlük çekiyordum. Kır saçlar, kel kafalar, koca göbekler... Tam bir ‘geleceğe yolculuk’ durumu!

Sonra gözüme bir diğerini kestirdim. Herkese göre daha formda görünüyordu. Hiç değilse saçları ağarmamış, dökülmemişti. Gidip kucakladım. O da aynı sıcaklıkla karşılık verdi. Tam ‘hatırladım seni’ diyecektim ki, “Ben okulun mezunlar derneği başkanıyım. Aslında sizden yıllar sonrayım. Toplantınızı duydum geldim” dedi ve ağzımı açmama dahi fırsat bırakmadan burnuma doğru renkli bir broşür tuttu: “Derneğimize üye olmak istemez misiniz?”

Gece ilerledikçe birbirimizi yeniden tanıdık, tanıdıkça ısındık, eğlendik... Meğer aramızdan ne cevherler çıkmış! Ama en büyük sürprizi, sınıfımızın en haşarısı, öğretmenlerin kabusu, sağda solda gitar çalabilmek için birlikte okul astığım Ahmet’in şimdilerde eğitmenlik yaptığını öğrenince yaşadım.

Ne iyi ettin Selo bizi bir araya getirmekle; bir gece için bile olsa, özlemini çektiğimiz İstanbulumuzu yaşattın bize...