Burası Küba

Riva ŞALHON Köşe Yazısı
9 Aralık 2009 Çarşamba

Bir ülke gezdim varması zor. İnsanı temiz pak, saçı düzgün. Teni pürüzsüz, rengi beyazdan başlıyor, sütlü kahve, kahve ve siyah diye gidiyor. Okula giden çocukları tek tip üniforma giyiyor; seviyesine göre kırmızı veya lacivert. Etek boyu dizin bir karış üzerinde. Pırıl pırıl kolalı bebe yaka gömlekler.
Bir ülke gezdim. Sokağa adım attığım anda benim için sahnelenen bir oyunun içine düştüm gibi. Saat çanı çalıyor, atlı araba altı yolcusuyla geçiyor. Baba bisikletle kızını okula teslim ediyor. Haki renkli homurtulu bir askeri kamyon taş yolda ilerliyor. Daha ne olduğunu anlamadan 1951 model masmavi bir Chevrolet süzülüyor önümden. Adam domuzunu çekiştiriyor yularından. İlerliyorum. Ufak tefek dükkânlar gözüme çarpıyor. İki üç askıda penyeler sergileniyor. Hemen yanında musluk yedek parçaları ve biraz daha ilerde bisiklet fren aksamları. Evlerin kapıları aralık içerisi görünüyor. Upuzun pencerelerin üzerine demir parmaklık giydirilmiş, gece açık pencere ile yatabilmek için. Eşyalar az, yıpranmış, ancak temiz. Aydınlatma yok denecek kadar az. Sadece floresan ışığı. Ufak bir avludan geçerken dört orta yaşlı adam görüyorum, karşılıklı iki banka oturmuş müzik yapıyorlar. Biri sadece marakasları tıngırdatıyor. Yüzlerinde derin çizgiler, dudak kıvrımlarında bir bilgelik.
Burası Küba... Halkı, adanın başından geçen bütün deneyimlere saygılı, kimliğine sahip.  Güler yüzlü, yalın ve gururlu. İspanya veya Afrika kökenli diye bir ayırım kalmamış. Aynı potada eriyip Kübalı olmuşlar. Füze krizi sonrası Amerika tarafından uygulanan ambargo yüzünden içlerinde tuhaf bir küskünlük var. İki dünya gücünün kavgasında piyon olmanın sonuçlarına katlanan gururlu bir halkın küskünlüğü. ‘Kapılarımız açık, her isteyen ülkemize girebilir, yalnız, kurallarımıza ve haklarımıza kendimiz karar veririz.’ şeklinde umutlu bir kabul edilme bekleyişi var.
Küba bir kitapta bile anlatılamaz. Ülke geçimini narenciye, turizm ve puro üretiminden sağlıyor. Ülkenin genelinde devlet bütün ihtiyaçları karşılıyor ve çalışmanın karşılığı olarak 12 euro muadili bir maaş ödüyor. Küba’da ev alıp satmak diye bir şey yok. Herkes ailesinden miras kalan evde yaşıyor. Eğer şehir değiştirmek isterse aracı kurumlara başvuruda bulunup, aynı şekilde şehir değiştirmek isteyen biriyle evini takas ediyor.
Eğitim bedava, üniversite eğitim oranı %45. Türkiye’nin tarihini çok yakından biliyorlar. Havana’nın bir meydanında Atatürk büstü duruyor.
Küba’ya gidip de hayalinizde hep bacakta sarıldığını canlandırdığınız puro sarım işlemini görmeden olmaz. Tabii ki bacakta sarmıyorlar. Tek kişilik tezgâhlarda, kalite kontrollerden özenle geçirerek ülkenin en gizemli ürününü hayata geçiriyorlar. İki yıl eğitim almadan üretimde çalışamıyorlar. Puro sararken puro tüttürüyorlar. İş yerinde sohbet ediyorlar, nazik ve sessiz. Ülkenin genelinde henüz dumansız hava sahası uygulamaları başlamamış.
Bodeguita del Medio’da mohitoyu, Florida’da da daiquiri’yi yudumlarken ‘Ernesto’nun soluğu hep yanınızda. Hemingway 7 yıl Havana’da yaşamış. Bir Küba köyünde ‘Yaşlı Adam ve Deniz’ adlı Nobel Ödüllü romanını yazmış. Kendisini Kübalı kabul eden sıcak ‘Cubano’larla geçirmiş, yaşamının sürgün sayılabilecek yıllarını.
Kemal Demirel’in ‘Piyano Piyano Bacaksız’da anlattığı türden bir yoksulluğun gezdiği bir ülke orası. Ama insanlar bizimle karşılaştırılınca daha sabırlı, daha hoşgörülü. Hırslar, kompleksler ve bencillikler nereye gitmiş anlamak mümkün değil. Ara sokaklarda şehri solumaya çalıştım. Teybin tıngırtısıyla kalkıp dansa başlayan genç kızlar gördüm. Orası rumba ve salsa ritimlerinin kana karıştığı bir ülke. Orası erkek çocukların bile daha ufacıkken anneleriyle dans ederek ritme alıştıkları bir ülke. Orası Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yılları gibi, sloganlardan güç alan ve beslenen bir ülke.
Ben bir ülke gezdim. Buena Vista dinledim. Che’nin hamağını gördüm, bir açık hava müzesini andıran eski Amerikan arabalarını hayranlıkla izledim. Çok yadırgadığım şeyler de oldu. Ama bir iyimserlik dersi aldığıma eminim…