DEMET ALTINYELEKLİOĞLU ile tarihte kısa bir yolculuk

Moskof Cariye Hürrem adlı romanıyla adını bir anda duyuran Demet Altınyeleklioğlu hakkında şimdiye dek pek az şey yazıldı, çizildi. TED Ankara Koleji’nden mezun olduktan sonra Siyasal Bilgiler Fakültesi Basın Yayın Yüksek Okulu’nu bitiren ve ardından Hacettepe Üniversitesi İletişim Teknolojileri mastırını tamamlayan bu belgesel yapımcısı, bilgi küpü, tarihsever hanımefendiyle tarihte kısacık bir yolculuğa çıktık…

Aylin YENGİN Yaşam
3 Aralık 2009 Perşembe

İsminiz kitap piyasasında bir anda parladı. Daha önce nerelerdeydiniz?
Yıllardır TRT’de prodüktör olarak çalışıyorum. Bunun yanında, değerli editörüm Ilgın Sönmez Toydemir sayesinde başladığım çeviriyi yıllardır sürdürüyorum. En son Boleyn Mirası’nı tercüme ettim. Şu anda da Beyaz Kraliçe’yi çeviriyorum.
Kitabınız ne zaman piyasaya çıktı?
Ağustos ayının 6’sında. Ve şu ana dek 6. baskısı yapıldı. Bir başarı olduğunu umuyorum, çünkü 20.000 kitaptan söz ediyoruz – ve tabii korsanı saymıyorum. Düşünün, daha kısa süre önce 10.000 korsan baskıya el konuldu, 10.000 tane de satılmıştır bence. Büyük bir emek, bir zaman hırsızlığı bu! Üstelik bu sadece bana yapılan bir haksızlık değil, yayınevine de aynı ölçüde zarar veriyor.

TÜRK EDEBİYATINDA TÜRÜNÜN İLK ÖRNEĞİ


Zamandan söz açılmışken, ne kadar zamanda yazdınız kitabınızı?
Yazmak bütün bir kışımı aldı. Araştırma safhasını eşim Ceyhan Altınyeleklioğlu ile birlikte yaptık. Kendisi tarihe meraklıdır, onun yönlendirmesiyle bu işe giriştim. Ben bu kitabı, türünün ilki olarak görüyorum. Bunlara projeli eserler diyorlar, batıda da yoğunlaştı bu tür. Bizler, böyle bir kitabın yazılıp yayımlanmasına bir masa başı çalışmasıyla karar verdik. Çevirilerimden yola çıkarak, Türkiye’deki geri beslemeleri inceledik ve yayınevimle birlikte böyle bir proje ortaya koymayı düşündük. Tarihi temel alan bir fantastik kurgunun, okuyucunun çok ilgisini çekeceğini düşündük.
Yani kitabınız, tarihi-fantastik-kurgu dalında bir ilk.
Evet. Böyle bir türe ihtiyaç olduğunu düşündük. Tabii, türüne karar verdikten sonra, hangi tarihi karakteri yazacağımız konusu gündeme geldi. Hürrem’i yazmam istenince, açıkçası önce çekindim. Çünkü Hürrem şimdiye dek çok fazla yazıldı. Sonra şöyle yüreklendirdim kendimi; kadın ruhum, feminen yönüm hem zihnimde, hem de maddesel hayatımda çok ön plandadır ve kitabı da bu ruhumla besleyebileceğime inandım. Eşimle yaptığımızı tarih sohbetlerinde Hürrem’den çok konuşurduk zaten. Hakkında çok şey okumuştum.
Şimdiye dek kaleme alınmamış olan farklı bir yönünü bulmanız gerekiyordu…
Ben Hürrem’in karakter analizini yapmaya çalıştım. Bir tez gibi ortaya koymak istedim. Hürrem’i sıfırdan ve yeniden tahlil ettim. Kendimi önyargılardan tamamen arındırarak, onu farklı bir temele oturttum. Bir bakıma kendimi onun yerine koydum ve kendime çok sık uyguladığım otokritiği, ona uyguladım.
Bu çalışmanız sizi ne tür keşiflere götürdü?
Bu sayede onun çocukluk travmalarını, çocukluğunda yaşadığı kötü günleri gördüm ve bu varsayımla ilerledim. İnsanın çocukluğunda geçirmiş olduğu acımasız ve karanlık anılar, erkeklerden çok kadınların karakterini etkiler. Ve biz kadınlar, ne kadar olgunlaşsak da, ruhumuzu o anılardan arındıramıyoruz, çentikler alıyoruz. Unuttuk zannediyoruz, ama farkında olmadığımız bir kompleksimizin altında yatan nedenin çocukluktan kaynaklandığını fark ediyoruz. Bu komplekslere sahip olmadığımızı düşünüyoruz, çünkü güçlü görünmek zorundayız. Hürrem de bu çentikleri yaşadı ve o da bu aldığı darbeleri dışarı yansıtmamak için güçlü görünmek zorundaydı.
Buradan mı yola çıktınız?
Bu özelliklerinden çıkarak karakterini oturttum. O yüzden çocukluğunu çok iyi analiz etmem ve sağlam temellere oturtmam gerekti. Tezimi ancak bu şekilde kelimelere dökebilecektim.
Malzeme bulabildiniz mi peki?
Kesinlikle hayır. İşte o noktada hayal gücümü kullanarak, işin kurgu yönünü tasarlamam gerekti. Onun hakkında bildiklerimi topladım. Lehistan’da doğduğunu, doğduğu yılı ve coğrafyayı, anne babasını kaybettiğini, çocuk yaşta kaçırıldığını biliyoruz – daha büyük bir travma olabilir mi zaten! Daha sonra Kırım Sarayı’na verildiğini biliyoruz, hepsi bu! Hayal gücüm ve estetik gücümün yardımıyla bu bilgileri geliştirdim.

Sade bir üslubunuz var…
Aslında çok sade yazdığımı düşünmüyorum, çünkü neticede tarih bu; Osmanlı Saraylarının ihtişamını ve böylesine kadınsı bir kadını sadeleştiremezsiniz. Ama tabii süslemenin sınırları çok önemli, abartmamak gerekir.
Sıradaki kitabınız da aynı türde mi olacak?
Evet, aynı tür bir proje düşünüyoruz çünkü ilk kitap hedefine ulaştı. Karakterlerimi tarihten almayı tercih etsem de, her fırsatta dile getirdiğim gibi ben tarihçi değilim. Her zaman bu kadar eski tarih olmak zorunda değil, daha güncel tarihten örnekleri de inceleyebilirim. İkinci kitap biraz sürpriz olacak.

ÇEVİRİLER ‘ALTIN BİLEZİK’ OLACAK...


Çevirileriniz de devam ediyor bu arada…
Her zaman da edecek. Saklı Cennet adlı romanla başladığım çeviriden çok zevk alıyorum, bambaşka bir dünyaya götürüyor beni. Her anlamda kendim olmak, kendi kendimle kalmak bana zevk veriyor. Dünya durdukça yazamayabilirim, ama çeviri benim kolumdaki “altın bilezik” olarak kalacak.
Gazetede bir köşeniz olsun istediniz mi hiç?
Hayır, çünkü güncel yazmak zorunluluğu, düzenli olarak bir şeyler kaleme almaya mecbur olmak bana göre değil. Olsa olsa, kadınlara yönelik analitik makaleler olabilir, ancak şu an için öyle bir düşüncem yok.
Belgeseller ve tarihle ilgilenen biri olarak Türkiye’deki azınlıklar hakkında bir araştırma yapmayı düşünür müsünüz?
Elbette. Benim annem İstanbulludur. İstanbul’dan gelin gitmişti Ankara’ya. Çok sevgili Musevi dostlarımız vardı. Hâlâ da onlarla ve çocuklarıyla görüşürüz. O yüzden kendimi, İstanbul’da yaşanan bu eski sıcaklıklara yakın hissederim. İleride böyle bir araştırma yapabilir ve elde ettiklerimi kitabıma aktarabilirim.
Çok keyifli bir yolculuktu, tekrarlamak dileğiyle…

Moskof Cariye Hürrem

Haremden saltanata giden tehlikeli yolda yürüyen bir kadın… Hürrem, tarihi gerçekler ve kimi gerçek karakterler kullanılarak kurgulanan bir roman ve yazar Demet Altınyeleklioğlu, kendi hayal gücünün ürettiği müthiş bir Hürrem hikâyesi anlatırken, 16. yüzyılın saray atmosferine, kokusuna, rengine, dokusuna ve duygusal haritasına da yeniden hayat veriyor 16. yüzyılın özellikle ilk yarısına hiç kuşkusuz Osmanlı Hakanı Kanuni Sultan Süleyman, İngiltere Kralı Sekizinci Henry ve Kutsal Roma Germen İmparatoru Şarlken damgasını vurmuştu. Bu hükümdarların iktidar mücadelesi ve savaşları kadar aşkları da tarihin seyrini değiştirdi. Sultan Süleyman ve güzel cariyesi Hürrem, Sekizinci Henry’nin başını kestirerek öldürdüğü iki kraliçesinden biri olan Anne Boleyn ve Şarlken’in Avrupa’yı din savaşlarına sürüklemesinde başrolü oynayan karısı Isabella… Birbirini tanımayan bu üç güzel kadının, hemen hemen aynı yıllarda iktidar mücadelesi verdiği üç saray, romanlara, filmlere, TV dizilerine ilham veren büyük aşklara, inanılmaz entrikalara, komplolara, kanlı cinayetlere sahne oldu. Fakat bu öykülerin hiçbiri; haremle, dünyanın en kudretli hükümdarı Sultan Süleyman arasındaki tehlikeli yolda yürüyen Hürrem’in macerası kadar masalsı değildi.