NORMAN MANEA: Ahlaki hesaplaşmanın peşindeki yazar...

31 Ekim-3 Kasım tarihleri arasında gerçekleşen, “Şehir ve Zaman” temalı İTEF- “İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali”nin 52 uluslararası konuğundan biri de ünlü Romanyalı Yahudi  yazar Norman Manea idi.

Tuna SAYLAĞ
18 Kasım 2009 Çarşamba

Yazar,  Metis Yayınları’ndan çıkan “Ekim, Saat Sekiz” adlı öykü kitabıyla ilk kez Türk okurlarla buluştu

Norman Manea, Romanya- Bukovina’da doğdu. Soykırım felaketini ailesiyle birlikte yaşayan yazar, 1941’de beş yaşındayken Ukrayna’daki Transnistria toplama kampına götürüldü. Orada geçirdiği korkunç yıllar boyunca tanık olduğu soykırım ve yaşadığı travmalar tüm hayatına ve yapıtlarına damgasını vurdu. Savaş sonrasında döndüğü Bükreş’te mühendislik eğitimi gördü. 1960’larda yazın hayatına başladığında Romanya’da Komünizm hüküm sürüyordu. Eserlerinde baskı altındaki insanların iç dünyalarını, umutlarını, arayışlarını ele aldı. Uzun süreden beri ülke yönetimiyle yaşadığı sorunlar, kitaplarına getirilen yasaklar ve antisemitizm, onu 1986’da ülkesi Romanya’yı terk etmeye zorladı. İki yıl Batı Berlin’de yaşadıktan sonra Fulbright bursuyla Amerika Birleşik Devletleri’ne gitti.

Vatanından uzakta yaşadığı sıla hasreti Romence yazdığı kitaplarında hayat buldu. Eleştirmenlerce üslubu Franz Kafka ve James Joyce’a benzetilen yazarın “Compulsory Happiness”, “The Black Envelope” ve “Return of the Hooligan” gibi eserleri 20‘ye yakın dile çevrildi. “Mac Arthur Fellows”,  “Guggenheim  Grant”, “The National Jewish Book” ve “The Literary Lion Medal of the New York Public Library” gibi ödüllerin yanı sıra  “Commandeur de l’Ordre des Arts et des Lettres of France” unvanına da sahip olan Manea, PEN üyesi olup halen Bard College’de edebiyat profesörü olarak eğitim veriyor.

Festival kapsamında geçtiğimiz günlerde İstanbul’da bulunan yazar, TÜYAP’ta kitabını imzaladı, tartışma /tanışma toplantılarına katıldı. Ben de kendisiyle 3 Kasım tarihinde Beyoğlu D&R Mağazası’nda, Fırat Ceweri (Birini Öldüreceğim) ve Serdar Özkan’ın (Kayıp Gül) katılımıyla gerçekleşen  “Edebiyat Okumaları ve söyleşileri”  etkinliğinde konuşma fırsatı buldum.

Oldukça hüzünlü bir geçmişiniz var: kendinizi edebiyatla ifade etmeye nasıl karar verdiniz?

Küçükken çok okuyan bir çocuktum, 12 yaşındayken şiir yazmaya başladım. Adım adım akıllanırken daha ciddi şeyler yazmaya başladım. 1986’da Romanya’dan ayrıldım, iki yıl Berlin’de yaşadım. 1988’de ABD’ye yerleştim.

Hepimiz hayatımızı birtakım değerlere anlam yükleyerek sürdürüyoruz, bir yerde onların ağırlığı altındayız; bu bağlamda sizin için hangi değerler ön planda?

1950’li yılların sonuna kadar kapalı bir toplumda yaşadığımdan benim için en önemli değer özgürlüktür. Sahip olunca onunla başa çıkıp çıkamayacağımı bilmememe rağmen her zaman özgürlük istedim. Aynı zamanda buna bağlı olarak bir insanın iç bütünlüğü olmadan da varolamayacağını anladım. Çevremde yaşanan acılardan dolayı çok duyarlı bir insan oldum. Irkı, rengi, milleti, dini ne olursa olsun acı çeken bütün insanlara karşı çok yoğun bir duyarlılık hissediyorum. Ama tam da aynı nedenden dolayı eğlenmeye ve mutluluğa da çok önem veririm.

Soykırımı bizzat yaşamış biri olarak son zamanlarda türeyen Holokost inkârcıları hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ne diyebilirim ki… O kadar çok öldürülen/yakılan insan, belge, şahit ve kanıta rağmen kişiler ikna olmak istemiyorlarsa yapacak pek fazla bir şey yok. Herhangi bir şeye “yok” demeye programlanmış bir insan için yok’u var’a çevirmek zordur. İnanmak istemeyenler için ne yaparsanız yapın, ne derseniz deyin hiç bir kanıt geçerli değildir, onlara kabul ettirmek imkânsızdır. Bazen bana öyle geliyor ki, bu insanlar ancak bu felaketin tekrar yapıldığını gözleriyle görürlerse veya bizzat yaşarlarsa inanacaklardır. Ben o yılları birebir yaşadım. Ama şimdiki nesillerin bunu anlayabilmesi için  başvuracakları tek kaynak Tarih bilimidir, kütüphanelerdir. O kişilerin inanmaması mesela Napolyon’un yaşamış ve büyük bir imparator olması gerçeğini değiştirmez. Tabii ki, inanmama hakları da vardır. Ama dediğim gibi bu hakikati yok edemez.

İstanbul’a ilk gelişiniz mi? İTEF’i nasıl buldunuz?

İstanbul’u ilk kez, bu festival vesilesiyle ziyaret ediyorum. Şehri çok beğendim ama benim için iyi bir hava durumu ayarlamamışlar.  Festival ise,  yorucu ama bir o kadar da eğlenceli ve güzeldi.

Türk edebiyatını ve Türk yazarlarını tanıyor musunuz?

Evet, gençken Nazım Hikmet’i çok okudum. Orhan Pamuk’un da iyi bir arkadaşıyım.

Yazarlığınızın yanı sıra Bard Üniversitesi’nde, edebiyat dalında akademisyensiniz…

Üniversitede Avrupa Edebiyatı dersleri veriyorum. Ayrıca “Çağdaş Ustalar” adı altında bir sınıfım var. Bu ders için İspanya, İrlanda, Arnavutluk, Amerika gibi farklı ülkelerden yazarlar davet ediyorum. Onların eserlerini öğrencilerimle tartışıyoruz. Geldiklerinde konuk yazarlar da bu tartışmaya dahil oluyorlar. Bu çerçevede Orhan Pamuk’u, 2004 ve 2006’da, iki kez ağırladık.