Hayati Çitaklar: “Benim için yazmak onsuz olamama hali...”

2009 Gila Kohen Öykü Yarışması’nda ikincilik ödülüne hak kazanan Hayati Çitaklar, “Odatravma” adlı öyküsünde, ölümün sınırlarında gezinen ve ruhundaki çatlakları yazıya sığınarak kapatmaya çalışan genç bir kadının yaşadığı duygusal gel-gitleri ustalıkla anlatıyor

Tuna SAYLAĞ Şalom
24 Haziran 2009 Çarşamba

Hayati Çitaklar’la, öyküsünü ve yazın hayatını konuştuk.

Öykünüzü okumaya henüz başlamışken, konu ve anlatım bana biraz Sylvia Plath’i ve öykünün ilerleyen satırlarında da karşılaştığım Tezer Özlü’yü çağrıştırdı. Bu yazarlar, yazın hayatınızda veya en azından bu öykünüzde ne kadar etkili oldular?

Sylvia Plath, en sevdiğim yazarlar arasındadır, dönem dönem bazı yazarlara takılırım ve arka arkaya tüm yazdıklarını okurum. İki sene öncesi için Sylvia Plath yılıydı diyebilirim; şiirlerini çok sevsem de asıl etkilendiğim düz yazılarıdır Plath’in. “Johnny Panic ve Rüyaların Kutsal Kitabı” ve “Sırça Fanus”unu çok severim ama vazgeçemeyeceğim kitabı – eşi Ted Hudges tarafından yayına hazırlandığından ve birçok yerde “güncenin bu kısımları kısaltılmıştır” satırlarıyla karşı karşıya geldiğimiz için her zaman önyargı ile okuduysam da-  yazarın günceleridir. Tezer Özlü’de, Leyla Erbil’e yazdığı mektuplara kadar her yazısını severek okuduğum bir başka yazardır. Genç bir yazarın okuduğu diğer yazarlardan etkilenmemesi neredeyse imkânsız olsa da bir süre sonra onlardan sıyrılmak ve kendi sesini oluşturmak en önemli şey olsa gerek. Benim için etkilenmeye varacak kadar didiklediğim yazarlar: James Joyce, Jean Paul Sartre, Jorge Luis Borges, Iris Murdoch, Michel Foucault, J.D. Salinger, Wallace Stevens, Sarah Kane, Ingeborg Bachmann, Oğuz Atay, Gilles Deleuze, Ezra Pound, Baruch Spinoza, Jack Kerouac, Allen Ginsberg, Marguerite Duras, Jean Genet ve Lale Müldür’dür.

Van Gogh iç âlemini, hayatı boyunca çektiği ruhsal rahatsızlıklara rağmen veya sayesinde ürettiği eserlere yansıtmış bir ressam. Öykü kahramanının kendini “Oda” tablosuyla bu denli özdeşleştirmesinin altında kendini Gogh’la bir nevi kaderdaş hissetmesi olabilir mi?

Ruhsal hastalıklar, uzun süren tedavilerden geçme, maddi olarak sürekli birilerine -ailelerine- bağımlı olmaları, melankolik olmaları gibi birçok ortak özellik var öykü karakteri ve Gogh arasında. Ancak kahramanın Gogh ile kaderdaş olduğunu hissettiğini sanmıyorum. Her ikisinin de trajedileri çok farklı birbirinden. “Oda” tablosu ile bu denli kendini özdeşleştirmesi ise Woolf’un “Kendine Ait Bir Oda” tabiriyle baş başa kalma düşüncesi, daha çok yazmak istemesi ve sarı renge saplantılı olması.

Bunalımda olan genç kadın yazmayı tedavisine yardımcı olacak bir yol, bir kurtuluş gibi düşünüyor. Genç bir yazar olarak yazmak size ne ifade ediyor?

Yazmak benim için uzun süreden beri bir imgenin peşinde kendini bırakmak, en güzel düşünme şekli, onsuz olamama hali. “Yazmasam delirecektim.” diyen Sait Faik’i yazısız bir hayat istemediğimi anladıktan sonra çok daha farklı bir gözle okuyorum. Daha önceleri de yazı, hayatımda hep vardı ama son bir yıldır tamamen vazgeçilmez oldu benim için. Diğer yaptığım işlerde de yararlandığım en çok şey yazı oluyor nedense. Tiyatroda ya da sinemada farklı bir karaktere hazırlanırken artık hep yazıdan faydalanıyorum. Benden istenen şeyi yönetmen ya da dramaturg ile masa başında tartıştıktan sonra benim için onun öyküsünü oluşturma süreci başlıyor ve birçok farklı denemeden sonra kendimi en rahat hissettiğim çalışma yönteminin yazı olduğuna karar verdim. Sürekli yanımda taşıdığım küçük not defterlerim ile her anımı dolduruyor, yazmak ve bazen öykü bazen de şiir olarak geri dönüyor.

Bunalımlarının ve sanrılarının derinliklerinde çırpınan, sorunlarının kaynağı gibi gözüken “anne”den nefret eden genç kadının en çözümsüz mücadelesi aslında kendisiyle ettiği mücadele. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Psikoloji ve tıptaki inanılmaz gelişmelere rağmen insan denen varlık hâlâ tam olarak çözümlenemedi, kendimiz için bile çoğu zaman muammayız ve her gerçekleştirdiğimiz eylemin altında sonuna kadar bir sebep arıyoruz teknolojinin ve bilimin bize getirdikleri sayesinde. Tam da bu sebepten insanın kendisiyle olan mücadelesi ilk insandan bu yana devam etmektedir ve sebepler, bu durumu sonlandırmak için yapılan onlarca eylem birbirinden tamamen farklı olsa da mücadelenin devamı bitmeyecektir. Karakterimizin mücadelesi de tabii ki kendiyledir ama başına gelenlere ya da hayatının bunca kötü geçmesine sebep olarak bir günah keçisi aramaktadır; bu da annesi olmuştur.

Ölümün çağrısına “Sana gelmeyeceğim Persephone (ölüler ülkesinin Tanrıçası)” diyerek direnmeye çalışan öykü kahramanı, intihar güdüsüyle iç âleminde çırpınmaktadır; bu kez başaramasa bile sonunda o önlenemez çekime yenik düşecektir bana göre. Öykü yazarı bu konuda neler der?

Karakter, bir yandan sürekli ölümü düşünse de yaptığı birçok şeyle hayata tutunmayı istiyor. Yazmaya devam ediyor, tedavisini aksatmıyor, kendi ayakları üzerinde duracağı bir hayata başlamaya çalışıyor ve öykü bir hastanede sonlanıyor. Burada düşünmeyi okuyucuya bırakıyorum, karakterin ölmesine- intihar edip etmeyeceğine- ya da yaşamasına tamamen onların düş gücü karar vermeli bence.

Şiir yazdığınızı da biliyorum. İlk kalem oynatmalarınız hangi türle başladı, edebiyat hayatınıza nasıl girdi?

Yazıya ve okumaya karşı hep bir ilgim vardı. Belki de bu yüzden okumaya biraz erken başladım. Ailemdeki çoğu kişi de sürekli okurdu ve okuduklarını tartışırlardı. Ben de okuduğum kitaplar hakkında düşüncelerimi yazmaya başladım ve bunları çevremdekilere okurdum. Sonra günlük tutma alışkanlığı başladı ve bir zaman sonra fark ettim ki çevremdekilerin hepsini, hatta okuduğum kitaplardaki karakterleri günlüklerimde yazmaya başlamışım. Sonra şiir geldi birdenbire ve kendimi şiir yazarken daha rahat hissetmeye başladım. Birçok şeyle ilgilendiğim için bir süre de bocalama dönemim oldu çünkü çevremdekiler tek bir şeye odaklanmamın daha doğru olacağını düşünüyorlardı. Bir süre sadece oyunculuk çalıştım ama yine de yazıyı bir türlü engelleyemedim ve o zamanki kız arkadaşımın ısrarıyla UMAG’a başvurdum ve yazarlık atölyesine burslu kabul edildim. Mehmet Eroğlu, Ahmet Özer, Çiğdem Ülker ve Ahmet İnam ile çalışma olanağı buldum. Hemen ardından New York bursu geldi ve New York’ta tiyatro ve yaratıcı yazarlık çalıştım. Şimdilerde zaman zaman şiir, zaman zaman öykü öne çıkıyor. Bazen bir süre deneme ya da dönem incelemesi-tiyatro kuramı yazıyorum. Hepsi de tamamen kendiliğinden ve belli bir okuma sürecinin ardından gelişerek beni şaşırtıyor.

Yaşam, daha çok hangi yönleriyle yazılarınıza esin kaynağı olur?

Sanırım bunun için şu ya da bu demek çok kısıtlayıcı olur. İlk aklıma gelen, Gila Kohen Öykü Yarışması’na gönderdiğim üç öyküden  biri olan “İrma” isimli öykü; Jean Genet’nin “Balkon” isimli oyununu çalışırken kendiliğinden gelişti. Her gün sabahlara kadar prova yapıyorduk ve neredeyse oyunun hepsini ezberlemiştim ve sabaha karşı bir gün provadan eve geldiğimde kendiliğinden o öykü dökülüverdi. “Odatravma” isimli öykü ise Sarah Kane’ in oyunlarından birini Türkçe’ye çevirirken yazıldı. Bir oyun ya da etkilendiğim bir film, bir sergide gördüğüm bir tablo, şahit olduğum bir sokak kavgası, okulda istemeye istemeye okuduğum bir makale, birinin söylediği ufacık bir söz, bazense bana ev arkadaşlığı yapan kedim Kösem’in doğum anı bir öyküye ya da şiire konu olabiliyor. Herhangi bir kısıtlamaya ya da önyargıya yer vermeden hayat kleptomanlığı yapıyorum.

Gila Kohen Öykü Yarışması’ndan nasıl haberdar oldunuz ve etkinliği nasıl buldunuz?

Gila Kohen Öykü Yarışması’nın başvuru koşullarını bir edebiyat dergisinde gördüm, yanılmıyorsam NotosÖykü’de ve öykülerimi göndermeye karar verdim. Ödül gecesi her şey çok güzeldi, uzun bir süre emek verildiği belliydi. Seçici kurul üyelerine, tüm Şalom ailesine ve özellikle Eti Hanım’a çok teşekkür ederim. Ödül töreni gecesi başka bir şehre gitmek zorunda olduğum için son anda törene gelemeyecektim ve sevgili Eti Hanım’ın telefonda benimle birlikte uçak bileti aramasını hiç unutmayacağım. İyi ki törene gelebildim ve o güzel insanları tanıma fırsatını yakaladım. Benim için unutulmaz bir gece oldu.