62. Cannes Film Festivali: Almodovar bildiğiniz gibi

Eşsiz mizahıyla yarışmayı renklendiren Pedro Almodovar, “Kırık Kucaklaşmalar” ile Cannes’dan yine eli boş döndü. Festivalin en özgün, en iyi anlatılmış filmi, Gianoli’nin “Başlangıçta”sı ödül listesinde hak ettiği yeri bulamadı. Gelişmekte olan sinemaları cesaretlendirmek ve denge sağlamak gayesiyle jüri üç Asya ülkesi filmini ödüllendirdi

Viktor APALAÇİ
10 Haziran 2009 Çarşamba

Bu yazımızda, geride kalan 62. Cannes Film Festivali’nin iki önemli filmi olan, Xavier Giannoli’nin “Başlangıçta / A L’Origine” ve Pedro Almodovar’ın “Kırık Kucaklaşmalar / Los Abrazos Rotos”undan bahsedeceğim.

Son olarak jürinin, gelişmekte olan güçsüz sinemaları cesaretlendirmek amacıyla ödüllendirdiği Asya filmlerine değineceğim.

FİLM İÇİNDE FİLM

La Mancha’lı PedroAlmodovar’ın Cannes Festivali ile yıldızı hiç barışmadı. Kendine has eşsiz mizahını yansıttığı filmleriyle hayranlığımızı kazanan İspanyol usta, Cannes’da yarıştığı altı filmde Altın Palmiye Ödülü kazanamadı.

1999’da, kariyerinin başyapıtı “Annem Hakkındaki Herşey”, Dardenne Kardeşlerin “Rosetta”sına yenilmiş, aldığı Oscar Ödülüyle teselli bulmuştu.

2006’da Ken Loach’a Altın Palmiye’yi kaptıran sanatçı, “Volver” ile “En İyi Senaryo ve En İyi Kadın Oyuncu” ödülleriyle Cannes’dan ayrılmıştı.

Bu yıl Almodovar, Cannes’da, 17. filmi olan “Kırık Kucaklaşmalar / Los Abrazos Rotos” ile yarıştı.

Melodram kalıpları işlenen konusuyla film, iki erkeğin aynı kadına olan aşkının öyküsü. Almodovar, bir kaza sonucu kör kalan bir yönetmenin şahsında, film içinde bir film anlatıyor. Volkanik bir ada olan Lanzoroté’de bir trafik kazası sonucu görme kabiliyetini yitiren film yönetmeni Mateo, 14 yıl önce geçirdiği ve unutmak istediği bu kazayı, geriye dönüşlerle anlatıyor.

Sekreteri iken ünlü sanayici Ernesto’nun metresi olan genç, zengin sevgilisinin yapımcılığında Mateo’nun yönettiği Lena olarak iki erkek arasında kalıyordu.

Almodovar senaryosuna aldığı sayısız sürpriz ve komik durumla, eşsiz zenginlikteki sinema diliyle, izleyicisine doyumsuz tatlar sunuyor. Almodovar yönetiminde çevirdiği bu dördüncü. filmde Penelope Cruz iki rol birden oynuyor. Güzelliği sayesinde arzuladığı zengin hayata kavuşan fakir ailenin kızı ve aktris olma arzusuyla yanıp tutuşan ihtiraslı kadın. Cannes’dan geçen yıl eli boş dönen P. Cruz, Şubat başında, Woody Allen’in “Vicky, Christina, Barcelona” filmindeki rolüyle En İyi Yardımcı Aktris Oscar Ödülü’nü kazanmıştı.

Almodovar “Kırık Kucaklaşmalar” filmiyle, “Sinir Krizi Eşiğindeki Kadınlar”ın temasına geri dönüyor. Filmindeki tüm kadın karakterler sinemanın içinde çalışan kadınlar. Filmindeki kadınlar erkeklerden daha kuvvetli, erkekler daha zayıf ve kapalı.

50’li yıllarda, kadınlar tarafından büyütülen bir çocuk olarak Almodovar, annesi ve etrafındaki kadınların kuvvetli bir karakteri olmasının etkisini tüm senaryolarına yansıtıyor.

Melodramdan komediye, romantizmden kara komediye, senaryosunda türler arasında dolaşan Almodovar, bu filmiyle sinema sanatına olan aşkını ilan ediyor. Filmde, Hitchcock’tan Rosselini’ye, Douglas Sirk’ten Vincente Minelli’ye saygı duruşunda bulunan sahneler var.

Alberto İnglesias’ın müzikleri çok iyi. Filmin uzunluğu eleştirilebilir. 90 dakikadan sonra (kalan 40 dakikada) hiç bir şey olmuyor.

EN BAŞARILI ÜLKE FRANSA

Geçen senenin Altın Palmiye Ödüllü ev sahibi Fransa, 62. Festival’in en iyi temsil edilen ülkesiydi. Yarışmaya katılan (üçü çok iyi) dört Fransız filminin ikisi ödül listesinde yer aldı.

Yarışmanın en özgün, en iyi anlatılmış filmlerinden biri, 37 yaşındaki genç Fransız yazar-yönetmen Xavier Giannoli’nin “Başlangıçta / A l’Origine” adlı filmiydi. 1998’de “L’İnterwiew” ile Cannes’da kısa metraj Altın Palmiye Ödülü kazanan sanatçının, ertesi yıl başladığı uzun metraj kariyerinde beş filmi var.

Üç yıl önce “Quand J’Etais Chanteur” ile Cannes’da ülkesini temsil eden Giannoli, senaryosunu bir gazete haberinden ve adli bir olaydan yola çıkılarak yazdığı “Başlangıçta / A l’Origine” ile kariyerinin en büyük başarısına imza atıyor. Günümüz Fransa’sının bir kuzey kasabasında geçen konusuyla film, üç kağıtçı bir dolandırıcının, sahte bir karayolu inşaatını yapma girişimini anlatıyor.

Hapishaneden yeni çıkan genç adam, ünlü bir inşaat grubunun temsilcisi hüviyetine bürünerek, yıllar önce durdurulan bir oto yol projesinin tekrar yürürlüğe konulduğunu kasaba halkına inandırarak herkesi dolandırmaya başlar. Sahte şantiye şefi hüviyetiyle, hayali şirketiyle otoyol şantiyesi ve makine parkı kuran, işçi toplayan, mahalli banka şubesini dolandıran, aldığı iş avanslarını cebe indiren dolandırıcı, kasabanın belediye başkanı güzel dulun da gönlünü çalar. Eski bir karayolu çalışanı olarak önüne çıkan tüm engelleri dahiyene buluşlarla aşan genç dolandırıcının gerçek niyeti, kasabanın genç bir serserisi ve Gerard Depardieu’nün oynadığı deneyimli bir dolandırıcı tarafından anlaşılır.

İşsiz insanlara verdiği umutla kasaba halkının gözünde ilahlaşan sahtekarımız için kaçınılmaz son gelip çatacaktır.

Sağlıklı bir aile hayatı kuramamış, karısını ve çocucuğunu başka bir erkeğe kaptırmış, hayata yenik düşmüş bir insanın müthiş bir otoyol inşaatının bir kısmını gerçekleştirmesini, film büyük bir gerçekçilik içinde anlatıyor. Gerçek hayattan alınan, çok iyi işlenmiş dahiyane bir projeyi ustalıkla ele alan senaryo müthiş bir gözlem gücüne dayanıyor.

Akıllara durgunluk bir sahtekârlığı, akılda soru işareti bırakmayan bir tonla anlatan bu senaryo, çeşitli sosyal sorunları gündeme getirirken, kimlik arayışı, global kriz, işsizlik, umut arayışı gibi temalara değiniyor.

Giannoli, yargılanıp hapse atılan gerçek dolandırıcılığıyla, davanın  hakimiyle yaptığı görüşmelerden sonra yazdığı senaryo, yol yapmayı başaran sıradışı sahtekarın, işsizlikten bunalan bir toplumda, nasıl “peygamber” gibi karşılanabileceğini söylüyor.

ASYA SİNEMASINA KIYAK

Cannes jürilerinin ödül listesini hazırlarken, denge sağlamak kaygısıyla bazı filmlere hakketmedikleri ödülleri vermeleri anane haline geldi. Bu yıl yarışmada yedi Asyalı yönetmen vardı ama tek iyi Asya filmi yoktu. Filipinli Brillante Mendoza’ya “Katliam / Kinatay” ile En İyi Yönetmen Ödülü, Çinli Lou Yee’ye “Bahar Ateşi / Spring Fever” ile En İyi Senaryo Ödülü, Koreli Park Chanwook’un Juri Özel Ödülü, yarışmaya üçte bir oranda film sokma başarısını gösteren Asya sineması için, piyangodan çıkan ödüllerdi.

2005’ten bu yana yedi uzun metrajlı film yapma üretkenliğini sergilemiş Brillante Mendoza’nın Cannes’da hak edilmemiş bir kredisi var. Geçen festivalde yarışan “Serbis” dünya sonu bir filmdi. Filipin’in ilkel sinemasının ürünü, yol filmi “Katliam / Kinatay”, gece filmi teknolojisi olmayan bir ülkeden gelme, garip bir filmdi. Tamamına yakın bir gece yolculuğunda, bir arabanın içinde geçen filmde oyuncularının yüzlerini seçmek işkence gibiydi.

Filipinli bir şehir çetesinin borcunu ödemeyen pavyon artisti bir kadını cezalandırmak amacıyla çıkardıkları yolculuğun öyküsünün, ne konu itibarıyla ne de sinematografi olarak bir özelliği vardı.

2006’da Cannes’da gösterilen “Bir Çin Gençliği” adlı filmiyle politik bir tabuya değinen, Tienanmen meydanı olayını perdeye taşıdığı için, ülkesinde beş yıl film yapması yasaklanan Lou Ye, Çin otoriteleri ile barıştı ve yaptığı “Bahar Ateşi” Cannes’da yarıştı

Sosyal bir tabuya, eşcinselliği işleyen konusuyla, film iki eşcinsel erkeğin tutkulu aşkını anlatıyor. Aldatıldığından kuşkulanan evli bir kadın, rakibinin başka bir erkek olduğunu öğreniyor, dedektifle sevgilisinin de katılımıyla film alışılmamış bir aşk beşgenine dönüşüyor.

Yönetmen Lou Ye’nin affedilmez temel iki hatası var. Birincisi birbirlerine üçüz gibi benzeyen üç erkekten, kimin eli kimin cebinde anlayamıyorsunuz. İzlenmesi çok zor filmin ikinci kusuru üç erkek arasındaki ikili eşcinsel ilişkiyi, tekrar tekrar göstererek izleyiciyi bıktırıyor.

Jüri, kariyeri boyunca sansürle boğuşmuş bu Çin’li yönetmeni yüreklendirmek için, En İyi Senaryo Ödülünü (Pedro Almodovar, Marco Bellocchio, Xavier Giannoli gibi usta senaristlerden çalıp) Lou Ye’ye vermiş gözüküyor.

Hollywood’un yapımcılığını üstlendiği ilk Kore filmi “Susuzluk / Thirst”un Jüri Özel Ödülü’ne ortak edilmesiyle, festival tarihinde ilk kez bir “vampir” filmi kürsüye çıkmış oluyordu. Emile Zola’nın “Therese Raquin” adlı romanından esinlenerek yazdığı senaryoda (filmin yönetmeni de olan Park Chan – Wook) bu fantastik denemesinde, ölümcül bir hastalığa karşı geliştirilen aşıyı gönüllü olarak deneyen, hastalanınca kendisine verilen kan nedeniyle vampirleşen genç bir rahibin, mide bulandıran öyküsünü anlatıyor. Ben hayatımda böylesine bir kan banyosu filmi izlemedim. Karşı konulamaz bir cinsel dürtüyle hasta arkadaşının karısıyla yatan, onu da vampirleştiren garip rahibin öyküsüne tahammül etmek zordu. Hele filmi alkışlayanlar çıktığına görünce, vampirlerin müşterisi bitmez, diye düşündüm.

Haftaya: Cannes’dan eli boş ayrılan filmler