Kriz Cannes’ı teğet geçti

Ödül listesi için adaylıklarını erkenden koyan filmlerin gösteriminden sonra, bu yazımızda 62. Festival’in ilk beş gününün bilançosunu çıkarmaya çalışacağız. Fransız Jacques Audiard’ın “Kâhin”i, Yeni Zelandalı Jane Campion’un “Parlak Yıldız”ı, İngiliz Andrea Arnold’un “Fish Tank”ı ile festivalin ağır topları görücüye çıktı

Viktor APALAÇİ
20 Mayıs 2009 Çarşamba

Festivalin ilk beş gününde ödül listesine girmek için adaylıklarını erkenden koyan 3-5 filmle, bu yazımızda festivalin perde arkası olaylarına değinmeğe çalışacağız.

Organizasyon komitesinin yarışma dışı programına aldığı İsrail filmi “Jaffa”dan bahsetmeyi önümüzdeki haftalara bırakırken, Cannes’da “Mon Trésor” ile Altın Kamera Ödülü kazanmış olan, İsrailli yazar-yönetmen Keren Yedaya’nın duygulara hitap etmesini iyi bilen müthiş bir sinemacı olduğunu söylemekle yetinelim.

Festival Sarayı giriş merdivenlerindeki ünlü kırmızı halı, her yıl üç kez yenileniyor. Ancak bu yıl, geçen cuma gibi sağnak yağmur tekrarlanırsa bu sayı artacağa benzer.

Sağnak yağmur sadece Afrika’lı işsiz göçmen Arapların işine yaradı. Croisette’te ve Festival Sarayı’na inen tüm yollarda göçmen Araplar, 10 Euro’ya sattıkları şemsiyelerle, bir günde bir aylık cirolarını yaptılar. Bütün gün dinmeyen yağmur galalara gitmeyi planlayan hanımların planlarını alt üst etti.

Gece için hazırlanan uzun tuvalletler kısaları ile değiştirildi. Uzunda ısrar eden hanımlar ve starletler ise sırılsıklam oldu. Smokinli beyler, şemsiyeleri ile hasarı azaltmaya çalıştılar.

Gölcüklerin oluştuğu ünlü kırmızı halıda, yağmurdan kaçanların düştüğü komik durum izleyenleri güldürdü. Festivalin müdavimi gazeteciler daha tedbirliydi ama yine de sağnak yağmurdan nasibini almaktan kurtulamadılar. Gösterimden kısa süre önce kapıları açılan salonda yer kapabilmek için oluşan uzun kuyruklarda, şemsiyelerinin altında dahi sırılsıklam oldular. Vestiyerler şemsiye alamaz oldu.

Duayen sinema yazarımız Atilla Dorsay vestiyerde bırakılması şart koşulan fotoğraf makinesini geri aldığında ekranının kırıldığını gördü.

İki Oscar Ödüllü Tayvanlı yönetmen Ang Lee’nin “Taking Woodstock” ile, İspanyol usta Alejandro Amenabar’ın “Agora” ile yarattıkları derin düş kırıklıklarını unutmaya çalışıp, festivalin ilk beş gününde öne çıkan filmlerine geçelim. Yeni Zelandalı kadın yönetmen Jane Campion “Parlak Yıldız – Bright Star” ile Fransız yazar-yönetmen Jacques Audiard “Kâhin / Un Prophéte” ile İngiliz kadın yönetmen Andrea Arnold “Fish Tank” ile festival programının ağır topları görücüye çıkmış oldu.

SUÇ DÜNYASININ KARANLIK LABİRENTLERİ

Festivalin ilk beş gününde uluslararası sinema eleştirmenlerinden en yüksek notu alan film, Jacques Audiard’ın “Kâhin / Un Prophète” adlı filmi oldu. Okuma-yazma bilmeyen 18 yaşındaki Malik’in altı yıllık mahkûmiyet hayatını anlatan film, Afrikalı Müslüman gencin hapishane mafyasıyla mücadelesini anlatıyor. Hapishanede terör estiren, kumarhane kıralı Luciano (Niels Arestrup) liderliğindeki Korsikalı mahkumlar, Malik’i ölümle tehdit ederek cinayete teşvik ederler. Hapishane müdürüyle gardiyanları avucunun içine alan Luciano, bir Arap rakibini öldüren Malik’i himayesine alır. İkili oynayan kurnaz genç hapishanedeki çingene çetesiyle de, Araplarla da işbirliği yaparak nüfuzunu geliştirir. Tutukluyken dahi dışardaki işlerini sürdüren mafya üyelerinin kirli işlerini çok iyi bilen (“Mesrine” filminin de senaryo yazarı olan) Abdel Raoul Dafri birlikte yazdığı senaryoda, Jacques ile Audiard adalet sistemine müthiş bir eleştiri getiriyor.

Senaristlikten gelme bir yönetmen olan Audiard, 1996’da Cannes’da “Un Heros Trés Discret” ile En iyi Senaryo Ödülü’nü kazanmıştı. Fransız sinemasının ölümsüz senaristlerinden, babası Michel Audiard ile birçok senaryoda birlikte çalışan Jacques Audiard, “De Battre Mon Coeur S’est Arreté / Kalbim Atmıyor” filminden bu yana, dört yıllık bir hazırlık süresinden sonra yaptığı “Kâhin”, 2,5 saatlik süresine rağmen tansiyonu hiç düşmeyen, ilgiyi sürekli ayakta tutan bir film.

Hapishane hayatını ve suçluların psikolojisini çok iyi bilen bir senaryo ekibi, “Kâhin”de izleyiciyi suç dünyasının karanlık labirentlerinde bir geziye götürüyor. Rüşvetin, her türlü cinayetin, karanlık katillerin, muhabirlerin, işbirlikçi bürokratların, esrar ticaretinin kol gezdiği bir alemi, film özgün bir atmosfer içinde anlatıyor.

GÖRKEMLİ BİR BİYOGRAFİK DÖNEM FİLMİ

1992’deki unutulmaz başarısı “Piyano / Leçon de Piano” ile Cannes’da Altın Palmiye kazanan Yeni Zelandalı Jane Campion, festival tarihinde bu ödüle ulaşan tek kadın yönetmen alma ünvanını sürdürüyor. Cannes’da bu yıl yarışan filmi “Parlak Yıldız / Bright Star” 19. yüzyıl başı İngiliz edebiyatının önde gelen şairlerinden John Keats’in ölümünden önceki üç yılı anlatıyor. Jane Campion’un duyguları ifade etmedeki ustalığını öne çıkaran bu başarılı dönem filmi, İngiliz edebiyatında kıymeti ölümünden sonra anlaşılan şair Keats’in komşusu, güzel öğrenci Fanny Brow ile yapmış olduğu, tutku dolu, imkânsız aşk öyküsünü anlatıyor. Hayatı boyunca maddi sıkıntı yaşayan, hasta kardeşine bakan Keats, bu hastalık sayesinde, edebiyatla ilgisi olmayan güzel komşusuyla yakınlaşır. 23 yaşındaki zayıf bünyeli şair ile Fanny’nin duygusal boyutta kalan romantik aşkı, Keats’in 25 yaşındaki zamansız ölümüne kadar devam eder.

Film, ismini Keats’in sevgilisi için yazdığı şiirden alıyor. Bu klasik ve platonik aşk öyküsünde Campion, kalplere hitap eden sinema diliyle, Cannes’da takdir topladı. Filmin dramatik son yarım saatiyle, iklimi daha yumuşak olduğu için, hasta şairin arkadaşlarının topladığı parayla gittiği İtalya’dan yazdığı duygu yüklü mektupların okunduğu bölüm ile son yılların en güzel aşk filmini izlediğimize tanık olduk.

Mahalli zengin ustalıkla yansıtıldığı bu biyografik dönem filminin ödül listesinde yerini alacağına inanıyorum.

Avustralyalı genç aktris Abbie Cornish’in En İyi Aktris Ödülü’nü alması kimseyi şaşırtmayacak. Tom Tywker’in “Koku” filminden tanıdığımız İngiliz aktör Ben Whishaw da çok başarılı.

İŞÇİ SINIFINDAN KARANLIK TABLO

Üç yıl önce ilk uzun metrajlı filmi “Red Road” ile Cannes’dan Jüri Ödülü ile ayrılan İngiliz kadın yönetmen Andrea Arnold, ikinci filmi “Fish Tank” ile ülkesinin umut vaad eden yönetmenleri arasına karışıyor. “Free Cinema” akımıyla ünlenen gerçekçi İngiliz sinemasında, Ken Loach ve Mike Leigh gibi ustaların izinde olduğunu gösteren Arnold, ülkesinin işçi kesiminin sorunlarını başarıyla işliyor.

Okula gitmeyi reddeden, yaşıtlarıyla iletişim kurmakta zorlanan, isyankâr, 15 yaşındaki kahramanın şahsında Arnold, banliyö hayatı yaşayan İngiliz işçi sınıfından karanlık bir tablo çiziyor. Kendi başına buyruk, hayatına bir yön vermede zorlanan, agresif ama kişilik sahibi bir yeniyetme portresini senaryosunda ustalıkla işleyen Arnold, yönetmenliğe senaristlikten geçme bir sanatçı.

Babasız büyümenin ve hiç anlaşamadığı bir annenin yanında olmanın sıkıntısı içinde, genç kız kendini hip-hop ve rap müziği eşliğinde dans ederek ifade eder. Filmin ilk sahnesinden sonuncusuna kadar hep ekranda kalan bu karakteri, sinemada ilk rolü olarak, 17 yaşındaki Katie Davis, şaşırtıcı bir başarıyla canlandırıyor. Aktris, geçen hafta bir bebek doğurduğu için Cannes’a gelemedi.

Annesini oynayan Kierston Wareing’i, Ken Loach’ın “İşte Özgür Dünya / It’s a Free World” filminden tanıyoruz. Herkesi etkileyen genç sevgili rolünde, Steve McQueen’in geçen yıl Altın Kamera Ödüllü filmi “Açlık / Hunger”daki olağanüstü performansını izlediğimiz Michael Fassbender var. Yıldızı süratle yükselen aktörü, Tarantino’nun “İnglorious Basterds” filminde de izleyeceğiz. İlgiyle beklenen film, Cannes’in favorileri arasında.

Dans, filmin karakterleri arasında. Genç annenin gizemli sevgilisinin evli çıkmasının yaşattığı şok ve kaçınılmaz olarak, anneden sonra kızının da yatağını paylaşması, “Fish Tank”ı ilginç yapan sürprizlerdi.