İstanbul’da sinema maratonu başladı

Sinema sanatına damgasını vurmuş büyük ustaları günümüz genç yetenekleri ile buluşturan festival, 200 filmlik zengin programı ile, 7. sanatın klasiklerini, dünya festivallerinin sivrilmiş filmlerini, bağımsız sinemanın özgün eserlerini, ilginç belgeselleri sinefillerin beğenisine sunuyor.

Viktor APALAÇİ
8 Nisan 2009 Çarşamba

28. Uluslararası İstanbul Film Festivali

Türkiye’nin en önemli kültür etkinliği konumuna gelen Uluslararası İstanbul Film Festivali 3 Nisan Cuma akşamı başladı. 20 bölüm başlığı altında toplanarak 200 film arasında sinemaseverler seçkilerini yapmada, her yıl olduğu gibi, zorlanacaklar.

Bu yazıda 28. Fistivalin ilk 4 gününde izlediğim ve evvelce görmüş olduğum filmleri yorumlamaya çalışacağım.

Sinema sanatına damgasını vurmuş büyük ustaları, günümüzün genç yetenekleri ile buluşturan festivalin zengin programı, 7. Sanatın klasiklerini, dünya festivallerinin sivrilmiş filmlerini bizde vizyon şansı bulamayan bağımsız sinemanın özgün eserlerini, ilginç belgeselleri, sinefillerin beğenisine sunuyor.

Zülfi Kırdar’da yapılan festivalin Açılış Galası’nı da, Fransız yönetmen Philippe Lioret’nin, başrollerini Türk oyuncuların üstlendiği “Hoşgeldiniz – Welcome” gösterildi. Aşıkların arasına Manş Denizi’nin girdiği bir çağdaş Romeo-Juliet öyküsü anlatan film, Musulu kaçak Kürt genci Bilal’ın Londra’daki kız arkadaşı Mina’ya olan aşkını anlatıyor.

Filmini takdim etmek üzere İstanbul’a gelen yönetmen Philippe Loiret, “Hoşgeldiniz”in Fransız Parlementosu’nda gösterildiğini, çok etkili olduğunu ve Fransa’da yasadışı göçmenlerle ilgili yeni bir yasanın çıkmasına öne ayak olduğunu söyledi.

İngiltere’deki sevgilisine ulaşmanın tek yolu olan Manş Denizi’ni yüzerek geçmenin bilincine varan Iraklı Bilal’in hazin öyküsünü anlatan film, ona yardım eden yüzme hocasını (Vincent Lindon) ve polisin baskısını ön plana alıyor.

Fransa’da yasadışı göçmenlere yardım etmenin cezası 5 yıl hapis. 60 yıl önce Nazilerle işbirliği yapıp Yahudileri ihbar eden Fransızlarla günümüz arasında bir paralelizm kuran Philippe Loiret’nin filmi çok ses getirdi. Parlamentodaki sol partilerin de desteğiyle çıkacak kanuna “Hoşgeldiniz” adı verilmesi düşünülüyor.

POLİTİK SİNEMADA BİR ZİRVE

Geçen yıl Cannes’da Jüri Özel Ödülü’nü kazanan Paola Sorrentino’nun “İl Divo”su yılın en başarılı politik sinema ürünlerinden biriydi.

Son elli yılın en önemli İtalyan siyasetçilerinden Giulio Andreotti’nin yolsuzluk dolu meslek yaşamını ele alan bu film, aynı zamanda İtalya’daki siyasi ortamın keskin ve sıradışı bir portresini çiziyor. Yedi kere başbakanlık yapan yaşamı boyu Senatör Andreotti’nin dev şirketler, Vatikan ve suç örgütleriyle olan bağlantıları, sonunda tüm şimşekleri üzerine çekmişti.

Paolo Sorrentino’nun atmosfer yaratmada öne çıkan görkemli mizanseniyle, incelikli ve esprili senaryosuyla, çılgın montajıyla, müziğiyle, Toni Servillo’nun şaşırtıcı Andreotti performansıyla, “İl Divo” kesinlikle görmeye alıştığımız biyografik filmlerinden değil. Temposuyla, entrika dolu konusuyla, politik tavrıyla öne çıkan “İl Divo”nun festivalde gösterilen en iyi ilk beş filminden biri olduğunu rahatça söyleyebilirim.

Andreotti’nin son dönemini yansıtan film, geceleri az uyuyan, çok dua eden, hatıralarını yazan, modern bir hayat süren bu sakin ve sıra dışı politikacının, zor ulaşılan insanın gerçekçi bir portresini çiziyor. Film 1990’lı yıllarda, yedinci başbakanlık döneminde kendisine savaş açan mafya ile çatışmasından sonra Andreotti’nin kaderinin değişmesini anlatıyor.

İtalya siyasetine damgasını vurmuş, üzerindeki suçlamalardan ustalıkla silkelenmeyi başarmış, “kambur” ve “tilki” lakaplı politacının hayatı, çok hızlı tempolu, rock müziği eşliğinde bir dille anlatılmış. Siz gördüğünüzde, çok beğeneceğinize eminim, ama 90’lık Andreotti filmden çıkarken tek kelimelik bir yorumda bulunmuş: “Saçmalık”.

EŞCİNSEL POLİTİKACININ KADERİ

1978’de San Francisco Belediye Meclisi’ne seçilen, bir seçimde herhangi bir belediye meclisine girebilen ilk eşcinsel politacı Harvey Milk’in, 40. yaş gününden ölümüne dek kariyer hikayesini anlatan, Gus Van Sant’ın “Milk’i 8 dalda Oscar’a aday olmuştu.

Sean Penn’in iddialı 4 rakibini geride bırakıp Oscar’a ulaştığı bu film, eşcinsel hakları için hareket eden ünlü politikacının biyografik öyküsünü konu ediyor

New York’tan San Francisco’ya taşınması, bir fotoğrafçı dükkanı açışı, eylemcilik günleri, seçim kampanyaları, nihai zaferi, verdiği siyasi mücadeleler ve trajik son gibi, politikacının hayatındaki önemli kilometre taşlarını usta işi bir mizansenle perdeye aktaran bağımsız yönetmen Gus Van Sant, “Milk”i, geçen yılın en önemli filmleri arasına sokmuştu.

Filmde Josh Brolin’in performansı Sean Penn’inkinden geri kalmıyor. Sean Penn, “Milk” karakterinde karikatürize etmeden, son derece sıcak, samimi ve cana yakın bir kompozisyon çizerken, iyi oyunculuğunu konuşturuyor.

Milk’in teyp kayıtlarından yararlanarak, Dustin Lanse Black’in yazdığı ustalıklı senaryo, dünyadaki geyler için bir ikon olan kişiliği, zaafları ve hasletleriyle gözlere seriyor. Yönetmen Gus Van Sant, neredeyse bir gey manifesto olan bu senaryoyu, dönemin toplumsal ve siyasal olayları başarıyla yansıtarak, kusursuz bir şekilde peliküle döküyor.

TERÖRİZM OTOPSİ MASASINDA

Udi Edel’in Almanya tarihinin en tartışmalı dönemlerinden birini konu eden eseri “Bir Terör Filmi: Der Baader Meinhof” hem içeriği hem de tarzıyla ses getirecek filmlerden. Almanya’nın en önde gelen ve en tanınmış kökten solcu terrorist grubu Kızıl Ordu Fraksiyonu RAF’ın 1967’de başlayıp 1977’de çetenin ele başlarının hapiste intihar etmesiyle son bulan hikayesini anlatan bu film, şimdiye kadar çekilmiş en pahalı Alman filmi olma özelliğini taşıyor.

Stefan Aust’un çok satan kitabından uyarlanan bu nefes kesen film, sert, hızlı anlatımı ve belgesele yakın uslubuyla öne çıktı, bu yıl En İyi Yabancı Film dalında Oscar için yarıştı.

Kendilerini terörist olarak görmeyen ama Avrupa’nın en tehlikeli terör örgütü haline gelen RAF’ın üç elebaşısının hücrelerinde intihar ettikleri açıklaması hiçbir zaman inandırıcı bulunmadı, devletin delilleri yok ettiği söylendi.

Özellikle görkemi ve anlattığı dönemin hakkını veren mekan tasarımıyla dikkati çeken film, 20 milyon Euro’luk bütçesiyle neredeyse Almanya’nın tüm önemli oyuncularını kadrosuna almış.

“Brooklyn’e Son Çıkış” başyapıtından tanıdığımız emektar yönetmen Edel, emperyalizme savaş açan teröristleri bu yola iten nedenler üzerine kafa patlatıyor, günümüz seyircisine yönelik sesli düşünmeyi deniyor.