Değişim barış için bir umut mu?

2009 yılı ABD ve İsrail siyaseti açısından değerlendirildiğinde ülkelerin yeni oluşumlara doğru adım attıkları gözlemlenebilir. Bu iki ülkenin yeni hükümetleri Ortadoğu sorununa bir çözüm getirebilecek mi? Yirminci yüzyılın sonlarından günümüze kadar devam eden İsrail-Filistin meselesine yeni bir boyut kazandırabilecek mi?

Süzet DALVA Diğer
8 Nisan 2009 Çarşamba

Barack Obama başkanlığındaki ABD Hükümeti ile yeni kurulan İsrail Hükümeti’nin bu zor günlerinde “değişim” sloganı adı altında oluşturacakları platform, Ortadoğu’nun geleceği açısından büyük önem taşıyor. Farklı bir kıtadan bölgeye çözüm arayışlarında olan Obama Hükümeti ile Ortadoğu’nun can damarı kabul edilen İsrail Hükümeti aynı nokta buluşuyor. Ancak iki ülkenin de milli çıkarları farklı gündemlerde seyir ediyor. Obama gerek ekonomik gerekse de siyasi açıdan Bush’tan kalan mirası toparlama çabalarında iken Ortadoğu’daki karmaşaya göstereceği öncelik merak konusu. İsrail’deki seçimler sonrası yeni kurulan koalisyon hükümetinin nasıl bir siyaseti tercih edeceği ise ayrı bir endişe. Ancak ortada bir gerçek var: Yıllardan beri süregelen çözülmesi şart olan İsrail-Filistin meselesi.

2009 yılının başından beri tüm dünya ülkelerinin dikkatleri Ortadoğu’ya çevrilmiş durumda. Amerikan ve İsrail kamuoyu da bir yandan başa çıkılamayan ekonomik krize diğer yandan ise Ortadoğu’da bir anda başlayan sıcak savaşa kenetlenerek bu durumdan nasıl çıkılacağını düşünmekte. Gerek ABD’de gerekse de İsrail’de yaşanan tüm ekonomik ve politik olumsuzluklar sonucunda daha bilinçli ve duyarlı bir seçmen kitlesi hâkim. Demokratik ülkelerde geçmişe göre daha duyarlı ve bilinçli olan bu seçmen kitlesi, yenidünya düzenin kurulmasında ve liderlerinin atacakları tüm adımlarda büyük rol oynayacak. Bu nedenle Obama’nın başkan seçilmesinin en önemli kriterlerinden biri de “her alanda değişim” rüzgârı estireceği yönündeki çalışmaları ve bu konuda halkı ikna etmeyi başarması. 

İsrail’de de halk artık savaş istemiyor. İsrail Devleti, İran’daki nükleer tehdidin yanı sıra, Lübnan’daki Hizbullah ve Gazze’deki Hamas ile karşı karşıya iken kendi bünyesindeki politik çıkmaza bir çözüm bulmak zorunda. Ancak İsrail siyasetinin hangi kulvarda rol oynayacağı ABD ile karşılaştırıldığında henüz netleşmiş değil. Tüm bu koşullar göz önüne alındığında, İsrail Devlet Başkanı Şimon Peres tarafından hükümet kurma görevi verilen Likud Partisi Başkanı Binyamin Netanyahu, İsrail tarihinde kurulmuş olan en geniş katılımlı koalisyonu oluşturdu.  Bu hükümetin farklı görüşlere sahip olan beş partinin katılımıyla oluşması barış yolunda atılacak adımlarda şüphe uyandırıyor. Bu nedenle İsrail-Filistin Özerk Yönetimi arasındaki kalıcı barışın sağlanabilmesi için Obama ve ekibinin çalışmaları bu konuda önemli rol oynayacak.

İsrail-Filistin meselesinin geçmişine baktığımız zaman barış görüşmelerinin Birinci İntifada’dan başladığını söyleyebiliriz. Madrid Konferansı, Oslo 1 ve Oslo 2 anlaşmaları, Wye River Memorandum, Camp David görüşmeleri ve son olarak Annapolis Zirvesi birbirini izleyen süreçlerdi. Her görüşme sonucunda o dönem içindeki bazı konulara çözüm bulunurken en önemli dört konu hep çözümsüzlükle sonuçlandı: Mültecilerin durumu ve onların geri dönüşü, yerleşimlerin durdurulması, Kudüs meselesi ve en nihayetinde bir Filistin Devleti’nin kurulması.

İsrail-Filistin meselesindeki çözümün tek taraflı tavizle gerçekleşemeyeceği 1992 yılında ABD’nin baskılarıyla Madrid’de imzalanan Oslo Barış Anlaşması’ndan günümüze kadar geçen sürede görüldü. Ne Filistin tarafı teröre bir son verdi ne de İsrail, Filistin Devleti’nin kurulması için önemli bir unsur olan yerleşimlere son verdi. İsrail’in yerleşim politikası barışa engel konular arasında en etkilisi oldu.

İsrail-Filistin meselesinin alt yapısı çok eski gibi görünse bile temelini 1967 Savaşı’na dayandırmak doğru olur. İsrail’in bu savaş sonunda Gazze ve Batı Şeria ile Kudüs’ü ele geçirmesi sorunun günümüze kadar gelmesine ve uluslararası platforma taşınmasına sebep oldu. Ancak tüm yaşanan olumsuzluklara rağmen 1992-1993 yıllarında İsrailli ve Filistinli yetkililer gizlice Oslo’da Filistin egemenliği ve İsrail güvenliği için tartışmalara başladılar. Arafat ve Rabin arasında imzalanan 10 Eylül 1993 “Tanıma Anlaşması” ve 13 Eylül 1993’te “İlkeler Anlaşması” ne kadar başarısız olsa bile İsrail’i ve Filistinlileri bugüne kadar getirdi. Tanıma anlaşmasına göre FKÖ, İsrail Devleti’nin varlığını tanımakta, terörizmden vazgeçmekte ve İntifada’yı fiili olarak sona erdirmekteydi. Ayrıca FKÖ, kuruluş bildirgesinde yazan “İsrail’in yok edilmesi” maddesini geçersiz kıldı.

Günümüze baktığımız zaman ise Oslo’da atılan bu barış koşullarının hep tersine hareket edildiğini fark ediyoruz. Filistin halkı kendi içinde ikiye bölünmüş durumda. Bir tarafta İsrail Hükümeti ile diyaloga giren Mahmud Abbas başkanlığındaki El-Fetih Hükümeti, diğer tarafta ise Gazze’de seçimleri kazanması ile yeni Filistin Hükümeti olarak ortaya çıkan Hamas Hükümeti. Ancak Hamas, İsrail ile diyalogu reddetmekte ve ateşkesi devam ettirmeyerek savaşa neden oluşturmakta.

Sorunun çözümsüzlüğü İsrail açısından incelendiği zamana, söz verilen yerleşim yerlerinin durdurulması yerine inşasına devam edildiğini ve buralara yerleşimcilerin her geçen yıl daha fazla yerleştirildiğini görebiliriz. (Gazze’de 253.000, Batı Şeria’da 290.000 ve Doğu Kudüs yakınlarında 247.000). Demografik sebepler göz önüne alındığında, bu politikaların, mültecilerin geri dönmesine karşı uygulandığı söylenebilir. Bunun yanı sıra canlı bombalar son hızıyla vahşet yaratarak İsrail halkına zarar vermeye devam etti. Arafat’ın rüşvete dayalı yönetimi halkın daha da sefalet içinde yaşamasına ve canlı bombaların çoğalmasına neden oldu. “Wye River” Anlaşmaları’ndan bugünkü “Yol haritası” ve “Geri çekilme planına” kadar pek çok çözüm yolu ortaya atıldı. Ancak bu sürecin hiçbir çözüm yaratmadığı son yaşanan savaştan anlaşılmakta. Tüm olumsuz koşullar sonucunda Filistin Devleti kurulamadı ve bugünkü Gazze Savaşı’nın altyapısı barış sürecinin doğal bir olgusu olarak meydana geldi.

Obama rüzgârı Ortadoğu’ya çözüm getirebilecek mi?

2008’ın sonunda “değişim” sloganıyla başkan seçilen Obama milli güvenlik takımını; Bush’un Savunma Bakanı Robert Gates, Rice’in Ortadoğu güvenliğinden sorumlu özel elçisi James Jones ve merkez Demokrat temsilcisi Dışişleri Bakanı Hillary Clinton ile oluşturmasından sonra dikkatler uygulayacağı politikalara çevrildi. Obama, İsrail-Filistin sorunu için özel temsilciliğe George Mitchell’i getirdi. Geçmişe baktığımız zaman Mitchell’in ABD ve dünya politikalarına barış yönünden büyük katkıları olduğunu görebiliriz. Mitchell, Bill Clinton döneminde ABD’nin Kuzey İrlanda özel temsilciliğinde görev yaptı ve burada barışın sağlanmasına büyük katkısı oldu. Ayrıca İkinci İntifada döneminde de Ortadoğu’daki şiddet olaylarını araştırmakla görevli olan komisyona başkanlık etti. Obama’nın bu kriterlere sahip bir kişiye Ortadoğu’da rol vermesi, bölgenin barış yönünde ilerlemesi için umut veriyor.

Ancak ABD’nin bulunduğu durum global açıdan değerlendirildiğinde sürecin pek de kolay olmayacağı açıkça ortada. Obama’nın küresel ısınma ve enerji konularına yeni bir boyut kazandıracağı ve ekonomik kriz için yeni bir paket uygulayacağı şüphesiz. Fakat Irak ve Afganistan gibi hassas noktalara, İran’daki nükleer tehdide, Lübnan ve Suriye’ye karşı nasıl bir taktik uygulayacağı, İsrail-Filistin meselesi hakkındaki söylemlerinden kaçını gerçekleştireceği henüz belli değil. Obama, söylemlerinden de anlaşıldığı gibi, Bill Clinton’ın deyimi ile İsrail-Filistin meselesinin bir sınır çatışmasından farklı bir boyutta olduğunu biliyor. İsrail-Filistin meselesinin çözülmesi ve barışın sağlanması için ilk önce ilkel çalışmalara son verilmesi gerektiğinin, daha sonra da ancak devlet kurma aşamasında diyalog sağlanabileceğinin farkında. Ancak bu tarz gelişmelerin gerçekleşebilmesi için hem ciddi ekonomik sermaye, hem de İsrail’de yeni oluşan hükümetin barış yolunda işbirlikçi olması gerekli. İşte o zaman Ortadoğu’ya yapılan tüm maddi ve manevi yatırımlar amacına ulaşabilecek.

Çözüm arayışları barış sürecinin devam ettiğinin birer göstergeleri. Ancak Fransız yazar Charles Enderlain’in “Chattered Dreams” (Kırık Hayaller) kitabında ifade ettiği gibi iki tarafın liderlerinin geriye yönelik yanlış anlaşmalardan ve önyargılardan vazgeçmesi gerekiyor. Demokrasi yolunda diyalogun sağlanması için yeni oluşacak hükümetin doğru planlama sonucunda oluşması ve radikal çözümler yerine daha barışçıl ve ılımlı politikalar üretmesi gerekiyor. Hamas’ın da terörden vazgeçip Filistin yönetiminin siyasi altyapısını yeniden oluşturması ve kurumsallaştırması yönünde ciddi yardımlara açık olması gerekiyor.

Yerleşim yerleri sorununun çözülme aşaması anlaşmazlığın sadece bir boyutu. Diğer hassas meseleler için liderler, hükümet içi çalışmalarda ve halk seviyesinde gerekli lobiyi uygun adımlarla oluşturmalı. Obama’nın Ortadoğu politikası değerlendirilirken, İsrail- Filistin meselesine daha dengeli bir yaklaşımda bulunacağı açıkça ortada. Bu nedenle Obama, Ortadoğu için yeni bir umut ışığı.