‘Hayallerin Peşinde’: Bir evlilik draması

Amerikan hayat tarzının çöküşünü gösterdiği için Akademi tarafından akıl almaz bir şekilde dışlanan “Hayallerin Peşinde”, insanları birbirinden uzaklaştıran banliyö hayatının açmazlarını gözlere seriyor. Amerikalı küçük burjuvaların sorunlu ve depresif taşra hayatı yaşayan mutsuz bir çiftin öyküsünde, Amerikan rüyasının nasıl bir yanılsama olduğunu izliyoruz.

Viktor APALAÇİ
11 Mart 2009 Çarşamba

Acı gerçekleri filmin deli karakterinin ağzından dile getirilmesi çok ironik. Bu rolde Michael Shannon ve yılın en iyi kadın oyuncusu Kate Winslet harikalar yaratıyorlar

İngiliz kökenli olmasına rağmen, Amerikan banliyö hayatını anlatmaya pek meraklı olduğunu /(kendisine Oscar kazandıran “Amerikan Güzeli” ile) kanıtlayan Sam Mendes, 12 yıl aradan sonra “Hayallerin Peşinde / Revolutionary Road” ile Amerikan orta sınıfının açmazlarını sergilemeyi ısrarla sürdürüyor.

Amerikan hayat tarzının çöküşünü gösterdiği için bu filmin Akademi tarafından, akıl almaz  bir şekilde dışlanmasına anlam vermek çok zor. En İyi Film dalında Oscar’a aday gösterilen beş filmden de iyi olan “Hayallerin Peşinde”, Ket Winslet’e de, öncü görüntü yönetmeni Roger Deakins’e de Oscar adaylığı getirmiyordu. Çünkü Akademi adaylarının tümünü bireysel başarı ve azim öykülerini anlatan filmlerden seçiyor, eleştirilerden pek hoşlanmadığını gösteriyordu.

Amerikalı küçük burjuvaların problemli ve depresif taşra hayatını, Oscar ödüllü “Sıradan İnsanlar”da (Robert Redford), “Buz Fırtınası”nda (Ang Lee), “Tutku Suçları”nda klasik aile yapısının çatırdayan yönleriyle izlemiştik. Sam Mendes, ağır tempolu, ama etkileyici sinema diliyle, insanları birbirinden uzaklaştıran banliyö hayatının açmazlarını gözlere sererken, Amerikan rüyasının nasıl bir yanılsama olduğunu, sistemin insanları nasıl bir kaçış dünyasına hapsettiğini anlatıyor.

Ünlü yazar Richard Yates, filme konu olan ve dış görünüşün ardında gizlenen sırları işleyen 1961 tarihli romanında, Amerikan orta sınıfını eleştirmek için müthiş bir yöntem kullanıyor. Acı gerçekleri, mental problemleri olan (toplumun deli olarak dışladığı) kahramanı John’un ağzından dile getiriyor. Evliliklerinin üzerinde kara bulutlar esen, mutsuzluğa gömülen bir çiftin aralarındaki sorunu ve yaşadıkları çıkışsızlığı anlayan John, bunu cesaretle yüzlerine vuruyor.

Yates’in romanını senaryolaştıran Justin Hayle; mutlu gözüken bir hayat yaşayan, ancak bu konforlu yaşam için göğüslenen baskılarla kendi gerçek arzuları arasında sıkışıp kalmış çiftin öyküsünü, neredeyse gerilime kayan bir dram formatında anlatıyor.  Bu filmde, aile kavramını yücelten klasik söylemler yerine, kapalı kapılar ardındaki kirli çamaşırları ortaya döken, Amerikan banliyö hayatının çürümüşlüğünü, tavizsiz ve katı bir şekilde gözlere seren sert eleştiriler izliyoruz.

BANLİYÖ HAYATININ TEKDÜZELİĞİ

Yönetmen Sam Mendes kapitalist sistemin kurbanı olan bir çiftin, posası çıkmış evliliklerinin çekişmesinin ardından Amerikan rüyasının içinin boşluğunu gözlerimize seriyor. Hikaye anlatımındaki ustalığıyla, Mendes Amerikan toplumunu eleştirirken, Amerikan değerlerinin de kuyusunu kazıyor.

1955’te Connecticut’ta güzel bir banliyö semtinde geçen konusuyla film, iki güzel çocuklarıyla yaşayan April (Kate Winslet) ile Frank’ın (Leonardo di Caprio) öyküsünü anlatıyor. Oyunculuk eğitimi almasına rağmen asla büyük bir aktrise dönüşemeyeceğini anlayan, tatminsizlik içinde, evliliğinin tükendiğini gören April ile babasının işini sürdüren, orta halli maaşıyla bastırdığı ideallerine kavuşamayacağını bilen, silik Frank, hayal dünyalarının hızla çökmesinin dehşetini yaşıyorlar.

Tiyatrodan gelme bir yönetmen olmanın verdiği avantajla Sam Mendes, karakterlerin iç dünyasını psikolojik derinliğiyle ele alırken, çarpıcı sinema diliyle filme boğucu bir atmosfer sağlıyor. Son derece kesif ve depresif anlar barındıran film, içerdiği hüzün duygusuyla izleyiciyi etkiliyor.

İncelikli öyküsüyle bu ayrıksı dramada, iki kahramanının monoton hayatlarından sıkılmaya başlamasıyla, yaşamın getirdiği sıkıntılarla, ilk önce aralarındaki aşkın söndüğünü, sonra yaşama isteğini kaybettiklerini görüyoruz.

Banliyö hayatının tekdüzeliği umutlarını yitirmelerine neden olurken, April çıkış yolunu, herşeyi geride bırakıp Paris’e taşınmakta bulur. En büyük korkusu babasının yaşadığı açmazlara düşmek olan Frank, çaresiz bu radikal değişikliği kabul ediyor. April, Amerikan Büyükelçiliği’ndeçalışacak, çocuklarına ve sevdiği adama bakacaktır. İstek ve tutkularını bastırmaya çalışan, depresyonun eşiğindeki mutsuz ev kadını April’in “Paris rüyasını”, konformist kocası bitirecektir. Şirketten aldığı terfiyi bahane eden Frank, mutsuzluk içinde kıvranan eşinin isteklerine sırt çevirip, tuzağına düştüğü “Amerikan yaşam tarzını” sürdürmek isteyecektir. 2. Dünya Savaşı’ndan galip çıkmış Amerikan toplumunun hızla tırmanan tüketim kültürünün tuzağına düşen çiftimiz için çıkış yolu tıkanmış gibidir.

TÜKETİM TOPLUMUNUN KİRLİ ÇAMAŞIRLARI

Mutluluk, tutku, coşku peşinde koşan çiftimiz için, yaşanan düş kırıklıklarından sonra “Amerikan rüyası” hezimete uğramış, iki kişi arasındaki soğuk katlanılmaz bir hal almıştır. Hüzünlü bir Madame Bovary karakterine dönüşen April, gerekeni yapacaktır.

“Amerikan Güzeli”nden sonra “Azap Yolu” ve “Jarhead” ile seviyeli yapıtlara imza atan Sam Mendes, bu dördüncü filminde, çarpıcı sinema diliyle romanın içerdiği hüzün duygusunu ve gerilim atmosferini başarıyla sağlıyor.

Oyuncu yönetmedeki ustalığını kanıtladığı bu evlilik dramasında kendisine, filme kusursuz bir görsellik katan ünlü görüntü yönetmeni Roger Deakins destek oluyor. 50’li yılların Amerikan taşrasınını yansıtan, özenle oluşturulmuş ölçülü planlarıyla, ışık kompozisyonlarıyla, bol ışıklı parlak kadrajıyla, Deakins çok başarılı. Banliyö hayatının kapalı perdeler arkasındaki gerçeklere eğilen Richard Yates’in romanı, kadın karakterine ağırlık verdiği için feminist damgasını yemişti. Mendes’in filmi, (başrolü oynayan karısı Kate Winslet’in göz kamaştırıcı performansıyla da) romanın feminist yaklaşımını sürdürdü.

“Titanic”ten 11 yıl sonra bu filmde bir araya gelen Kate Winslet ve Leonardo Di Caprio’nun karşılıklı olarak sergiledikleri dengeli ve harika performanslar filme damgasını vuruyor.

Tıpkı Roger Deakins gibi bu filmle değil, “Okuyucu” ile Oscar’a aday gösterilen Kate Winslet şüphesiz ki yılın en iyi aktrisi sıfatını hak ediyor.

“En İyi Yardımcı Aktör” dalında, müteveffa Heath Ledgar ile yarışma talihsizliğine uğrayan Michael Shannon, akıl hastası Givings karakterinde, toplumun farklı olana tahammülsüzlüğünü işlemekte araç oluyor. Annesi emlak komisyoncusunu oynayan Kathy Bates bilinen rahat oyunuyla, komşuda David Harbour şaşırtıcı performansıyla, oyuncu kadrosunun başarısını tamamlıyorlar.