Irkçılığa tam gaz devam

Dün ajanslara ilginç bir haber düştü. 1987 yılında yanlış işlere burnunu soktuğu için kiliseden aforoz edilen Richard Williamson isimli Katolik rahibi Papa 16. Benediktus tarafından yeniden kiliseye kabul edilmiş.

Haymi BEHAR Köşe Yazısı
11 Şubat 2009 Çarşamba

Dün ajanslara ilginç bir haber düştü.

1987 yılında yanlış işlere burnunu soktuğu için kiliseden aforoz edilen Richard Williamson isimli Katolik rahibi Papa 16. Benediktus tarafından yeniden kiliseye kabul edilmiş.

Bu haber Katolik dünyasını ayağa kaldırdı, çünkü Piskopos Williamson Yahudi soykırımını inkâr ediyor.  İddiasına göre gaz odaları hiç var olmamışmış, İkinci Dünya Savaşı’nda da sadece birkaç yüz bin Yahudi soğuktan ve hastalıktan ölmüşmüş.

Onlarca gaz odası Avrupa’nın göbeğinde yaşlı kıtanın tarihinin en utanç verici döneminin ebedi anıtları olarak duruyorlar. Spiegel Dergisi Williamson’a Auschwitz’i ziyaret etmesini önermiş ama inatçı papaz bunu red etmiş.

Piskopos Williamson, Vatikan’ın uyarılarına rağmen Yahudi soykırımının “bir efsane”  olduğu iddiasını yineleyerek, “Siyon Protokolleri” kitabının gerçek olduğuna inandığını, sadece İsa düşmanları ile savaştığını ve antisemit olmadığını söylemiş.

Bu açıklama üzerine Alman Başbakanı Angela Merkel, Vatikan’ı arayarak, Alman vatandaşı Papa Benediktus’tan Williamson’un “kiliseye yeniden kabul edilmemesini” istemiş. Almanya yargısı seyirci kalmamış, soykırım inkârı kanunu işleterek Piskopos hakkında beş yıla kadar hapis cezası istemiyle dava açmış.

Bu habere, Türkçe İnternet sitelerinin birinde yazılan okuyucu yorumları şöyle:

“Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar!”

“çok doğru yazmış... açın gözlerinizi de Yahudi oyununu görün...”

“Yahudi soykırımı Siyonistlerin Nazilerle ortak planlaması sonucu ortaya çıktı. Siyonistler devlet kurabilmek için kendi soydaşlarını nazilere teslim ettiler”

Yüze yakın ülkeye dağılmış 11 milyon Yahudi toplanıp “bizim üçte ikimizi yok ederlerse İsrail’de rahat bir devlet kurabiliriz, öyleyse Nazilerle işbirliği yapalım” demişler.

Ne hayal gücü ama!

Kavgam kitabının yüz binlerce kopya sattığı, en çok okunanlar listesinin haftalarca en tepesinde durduğu bir ülkede hala Yahudi düşmanlığı olmadığını iddia edenler çıkabiliyor.

Dünyaya iğne deliğinden bakanlar, her olayda bir “küresel Yahudi komplosu” arayanlar için Osmanlı’nın son günleri ile ilgili de meşhur bir iddia vardır. 

Efendim, Osmanlı imparatorluğunu, Siyonistler İsrail devletini kurabilmek için yıkmışlarmışmış...

Sen Rusya’nın, İngiltere’nin, Fransa’nın Bizans oyunlarını, emperyalist hedeflerini, görmezden gel. Yüzyıllarca hasta adam olarak anılan Osmanlı’nın iç çekişmelerle zayıflamasını, ekonomik ve siyasi çöküşünü yok say. Emperyalist ülkelerin petrol sahalarını ele geçirme böl ve yönet stratejilerine kulak tıka. Sonra, on milyon kilometrekarelik koca imparatorluğun Konya’dan ufak İsrail’in kurulması amacıyla yıkıldığını iddia et.

Bu kadarı da fazla değil mi?

Evet ne İslam’ın Yahudilikle ne de Türklerin Yahudilerle tarih boyunca bir çekişmesi kavgası olmamış. Aksine, Avrupa’nın ve Hıristiyan âleminin düşmanca tavırları karşısında hep güç birliği etmişler. Bu nedenle Osmanlı’nın hariciyesinden maliyesine Sultanlar hep Yahudilere güvenmiş, kişisel sağlıklarını bile asırlarca Yahudi doktorlara emanet etmişler.

Ama o günler çoktan geçti.

Günümüz Türkiye’si Osmanlı’nın çok kültürlü çoğulcu mirasını taşıyamadı. Bugün bir taraftan cumhuriyet projesini “Yahudi komplosu” olarak etiketlendirenler var. Diğer taraftan ülkeyi yönetenleri “Yahudi” olmakla “itham eden” mesajlar havada uçuşuyor.

“Musa’nın çocuğu” isimli kitaplar basılıyor, “sen Musa’nın çocuğu olamazsın!” deniliyor. Irkçılık billboardlardan taşıyor.

Türkiye “Siyonist komplolar” üzerinden iç hesaplarını görürken arada çimenler eziliyor....

Yoğun bilgi kirlenmesine maruz kalan Türk halkının %84’ü Yahudi ve Hıristiyanlarla komşu dahi olmak istemediğini söylüyor.  Ama hala birçokları bu ülkede ırkçılık olmadığını iddia edebiliyorlar.  Bunu iddia edenlere bir parça empati yapıp, şehir merkezinde bir tur atmaları...

Uzun sözün kısası, bizim her şeyden önce nefret söylemi ile mücadele etmeye ve geçmişte olduğu gibi karşılıklı saygıya dayanan, birlikte yaşama kültürünü geliştirmeye ihtiyacımız var.