Takıda neşe ve zarafetin yeni adı: Yvette

Son zamanların en revaçta sanat dalı yaratıcılıkla gustoyu bir arada barındıran takı tasarım sanatı… Beş yıldan beri, kendi söylemiyle “kuyum zanaatına” gönül veren İvet Mizrahi’nin son koleksiyonu “Yedi Tepeli İstanbul”, takı severleri kentin tarihi ve doğal zenginlikleriyle buluşturuyor

Tuna SAYLAĞ
20 Ağustos 2008 Çarşamba

Kızının doğumuyla profesyonel iş hayatından ayrılan ve takı tasarımına yönelen İvet Mizrahi, zaman içinde üç koleksiyona imza atarak “yvette” markasını yarattı. Sanatçının “Yedi Tepeli İstanbul” koleksiyonunun ürünlerine, İstanbul Modern Sanat Müzesi’ne ait, biri müze içinde, diğeri Kanyon Alışveriş Merkezi’nde olmak üzere toplam iki satış mağazasında ulaşılabilir. İvet Mizrahi ile tanışmak ve tasarımlarını konuşmak üzere biraraya geldik.

Yoğun bir iş hayatı dönemi geçirdiğinizi biliyoruz; o devreden, artık asıl işinizin takı tasarımı olduğu zamanlara nasıl ve ne süreçte geldiniz?

TED Ankara Koleji'nden, ardından Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü’nden mezun oldum. Dediğiniz gibi 12 yıl gibi uzun bir dönem iş hayatında aktif olarak yer aldım. Uluslararası şirketlerin (Nestle ve Unilever) pazarlama departmanlarında ürün yöneticiliği yaptıktan sonra, kızımın dünyaya geldiği dönemde, profesyonel hayata ara vermeye karar verdim. Annelik o dönemde ağır bastı ve hayatımın en keyifli yıllarını kızımı büyütürken geçirdim.

Yıllar geçtikçe bir  şeyler yaratma güdüsü beni yeni arayışlara yönlendirdi. Kendimi bildim bileli sanatın birçok dalına el atmış olmanın verdiği cesaretle her zaman ilgimi çekmiş olan kuyum zanaatını öğrenmeye karar verdim. Bunu da kendi yerinde, yani kuyum atölyelerinde, işin ustalarından öğrenmek için 2003 yılında Kapalı Çarşı'daki özel bir kuyum atölyesinde çalışmaya, altın ve gümüş madenlerini kullanarak takılar yapmaya başladım. Tekniğimi ve tasarımlarımı geliştirdikçe takılarım yurt dışında ve Türkiye'de alıcı bulmaya başladı. Bunun üzerine “yvette” markasını yarattım. O gün bu gündür yaptığım takıları “yvette” markası altında satışa sunuyorum.

Bu sanatta ustalaşırken kimlerden yardım aldınız?

Öncelikle bu işte henüz ustalaştığımı düşünmediğimi bilmenizi isterim. Bu alanda usta olmak için çok ama çok çalışmak lazım. Beş senedir takı yapıyorum ve sürekli çalışıp, kendimi geliştirmek için uğraşıyorum. Bugünlere gelmemde ustalarımın emeği çok büyüktür. Ayrıca çok araştırıyor ve bu konuda çok okuyorum. Yurt dışında bu konuda oldukça fazla doküman yer alıyor. Öğrendiklerime yenilerini eklemek için sürekli araştırıp yeni şeyler tasarlıyorum. Bu da bana inanılmaz bir enerji veriyor. Öğrendikçe ve yeni şeyler tasarladıkça daha öğrenilecek ve yapacak çok şey olduğunu fark ediyorum. Açıkçası birkaç tane takı yapıp takı tasarımcısıyım diyenlere çok şaşırıyorum ve telaşlarını anlayamıyorum çünkü biliyorum ki, bu işe yıllarını vermek ve çok çalışmak gerek. Belki o zaman “ben takı tasarımcısıyım” diyebilir insan. Ben şu anda yaptığım işi en iyi şekilde yapmak, tarzımı korumak ve mümkün olduğu kadar çok kişi tarafından tercih edilen takılar üretmek istiyorum. Usta olup olmadığımın takdirini de takı severlere bırakmak istiyorum.

Son koleksiyonunuz olan “Yedi Tepeli İstanbul”a İstanbul’un nereleri ilham oldu, bu seçimi nasıl yaptınız?

Ben Ankaralıyım. Üniversite eğitimim için İstanbul’a gelip hayatımı burada kurdum. İstanbul’a hayranım. Bence İstanbul gerçekten eşi, benzeri olmayan bir şehir. Şehre her bakışımda bunu hissederim ve burada yaşadığım için mutlu olurum. Bir sene kadar önce İstanbul’u takılara dönüştürmenin ne kadar heyecan verici olduğunu düşündüm ve çalışmaya başladım. İlk defa doğal formların dışına çıkarak daha somut şekillerle uğraşarak "Yedi Tepeli İstanbul" koleksiyonunu ortaya koydum. Bu koleksiyonumda İstanbul'un doğal güzellikleri ile tarihi eserlerinin oluşturduğu ahengi takılarıma yansıtmaya çalıştım. Koleksiyonda üç dinin ibadethanelerinin yer aldığı Ortaköy, Boğaziçi Köprüsü, Kızkulesi, Hisarlar, Galata Kulesi, gecekondular ve gökdelenler gibi şehrin çeşitli bölgeleri var.

Bildiğiniz gibi İstanbul şehrine tarihte 7 tepeli denir. 7 tepeden oluşan bölge, Topkapı Sarayı’nı, Ayasofya’yı, Hipodrom ve Sultanahmet Camii’ni, Haliç girişini, Eminönü’nden başlayıp Beyazıt Camii’nde biten sırtları, Eskisaray yangın kulesini, Süleymaniye’yi, Fatih Camii’nin bulunduğu bölgeyi, Haliç kıyılarını, Rum semti Fener’i ve çevresini, Vlakherna tepesinden Balat’ a inen vadiyi ve güneybatıdaki Yedikule’yi içine alır. Yani şu anki İstanbul’un ne Anadolu yakası, ne Avrupa yakasının büyük bir bölümü bu 7 tepenin içinde yer alır. İşte, “Yedi Tepeli İstanbul” tanımlaması da İstanbul’un sınırlarının bu kadar küçük olduğu dönemlerden gelir. Ben de koleksiyonuma “Yedi Tepeli İstanbul” ismini verdim, çünkü çağlar boyu ayakta kalmış bu eşsiz şehri anlatan bir koleksiyona tarihi bir ismin çok yakışacağını düşündüm.

Bütün bu bahsettiklerimi bir araya getirdiğinizde, koleksiyonumda İstanbul’un canlılığını ve o eşsiz renkliliğini hissedebiliyorsunuz. Açıkçası koleksiyonun bugünkü halinden çok memnunum. Bununla birlikte önümüzdeki dönemde çeşitli eklemeler yapmaya da devam edeceğim.

Daha önceki çalışmalarınızdan da söz eder misiniz?

Daha önce üç koleksiyon daha oluşturdum. Bunlardan en sevdiğim “Deep Blue” adlı koleksiyon, denizi ve deniz hayvanlarını, deniz bitkilerini ve yine organik formları takıya dönüştürdüğüm bir koleksiyon. Bu benim en beğendiğim takılarımın yer aldığı koleksiyon. En çok yüzükler, kolyeler ve broşlar var. Özellikle büyük ve heykelimsi takılarımı çok seviyorum. Takmaktan zevk alacağım takılar yapıyorum. “Ben seversem, başkaları da severek takar” diye yola çıkıyorum. Takılarımı alanların da severek taktıklarını görmek bana inanılmaz bir keyif ve daha çok şey yaratma şevki veriyor.

Son yıllarda takıda tasarımların boyutu oldukça büyüdü; bunu neye bağlıyorsunuz, bu bir trend mi, ayrıca kullanabilirlik açısından bu takılar fonksiyonel mi?

İnsanlar çağlar boyunca kendilerini süslemek, giysilerini daha da şık göstermek için takılar kullanmışlar, kullandıkları takılar ile zevklerini yansıtmışlardır. Değişen dünyada, modanın ve teknolojinin etkisi ile takılar da sürekli değişime uğramıştır. Eskiden sadece değerli madenler ve taşlarla yapılmış mücevherler “değerli” olarak adlandırılırken, günümüzde çakıl taşı ile tasarlanmış bir yüzük bile son derece değerli bir takı haline gelmektedir. Buna bağlı olarak takı formları da değişime uğramış ve somut ve küçük figürler yerini daha soyut ve büyük formlara bırakmıştır. Ancak bence son dönemlerde bu değişim olsa bile herhangi bir form yükselişte demek çok zor. Ben her dönem her çeşit formun geçerliliğini koruduğunu düşünüyorum. Aynı müzikte veya herhangi bir sanat dalında olduğu gibi... Bugün Vivaldi dinlerken de, Kitaro dinlerken de çok etkileniyoruz. Biri çok klasik, biri çok modern. Her ikisinin de hissettirdikleri çok farklı. Biri diğerinden daha iyi diyemeyiz. Bence takı da böyle. Yıllar öncesinin bir tasarımı ile bugünün formları kişileri farklı sebeplerle etkiliyor. Önemli olan tasarımdır bence, maden ve taşın değerine ek olarak bir de tasarımın değerini konuşmak gerek. Klasik veya modern, soyut veya somut , büyük veya küçük fark etmez, bir takının tasarımı iyi ise, her zaman değeri yüksek kalır.

Çevrenizde veya herhangi bir yerde ne görürseniz,  “atölyeye gitsem de bunları takıya dönüştürsem” duygusu uyandırır?

Bugüne kadar çeşitli teknikleri deneyerek birçok takı yapmaya çalıştım. Genel olarak doğa ve doğadaki formlardan ilham alıyorum. Bitkiler, hayvanlar, hatta insanlar, sular, gökyüzü, kısacası yeryüzündeki her şey... Özellikle organik formlardan, tek hücreli canlılardan çok etkileniyorum. Yumuşak kıvrımlar, neye benzediği tam belli olmayan, ama göze muhteşem güzel görünen şekiller çok hoşuma gidiyor. Bunları değişik gözle incelemekten ve daha sonra da elimde birer takıya dönüştürmekten büyük zevk alıyorum. Küçük bir kız çocuğunun saçındaki bukle, bir deniz minaresi, bir kuşun kanadının uç kısmı veya kumsalda gördüğüm bir çakıl tanesi beni başka başka takılar yapmaya yönlendirir. Bence doğa insana sonsuz fikirler veren, inanılmaz bir kaynak. Önemli olan bakmak ve bakarken de görmeye çalışmak. Bütün mesele bu...

“yvette” markası nasıl doğdu?

“yvette” ismimin Fansızca yazılmış hali. Yurt dışında ürünlerim alıcı bulurken, yabancıların ismimi bu şekilde yazmaları, markamı oluştururken bana yön verdi ve “yvette” markası böylece doğmuş oldu. Takılarımı yaparken, takan kişiye şıklık ve zarafet katmayı; canlılık ve neşe hislerini uyandırmayı hedefliyorum. “yvette” takılarını takan kadınların hem şık ve zarif ama aynı zamanda mutlu, canlı ve neşeli olmalarını istiyorum. Bu düşünceden yola çıkarak markamı sarı beyaz renklerle tanımladım. Tüm tanıtım ve ambalaj malzemelerimde sarı beyaz çizgileri kullandım. Sarı beyaz çizgiler bana güneşin sıcaklığını ve güneşli bir günde hissedilen neşeyi hatırlatıyor. Ben de bu neşeyi ve canlılığı takılarıma yansıtmaya çalışıyorum. Sorunuza özetle cevap vermek gerekirse bence “yvette” neşeli, canlı ve zarif bir marka...

Sanatçının internet adresi:

www.ivetmizrahi.com