Umut

Hafızam 13 Kasım 2007’ye dönüyor. Şimon Peres ve Mahmud Abbas Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde tarihi konuşmalarını yapıyorlar. Her ikisinin de o gün söylediklerini bir gün mutlaka gerçeğe dönüştüreceklerini ummak gerek. Zira umut yegâne oksijenimiz olmuş durumda.

İvo MOLİNAS Köşe Yazısı
4 Şubat 2009 Çarşamba

Hafızam 13 Kasım 2007’ye dönüyor.

İsrail Devlet Başkanı Şimon Peres ve Filistin Özerk Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde tarihi konuşmalarını peşi sıra yapıyor.

Peres şöyle diyordu:

“... Türkiye barış sürecine eşsiz katkı sunabilir. Bu siyasi ufuk, İsrail Devleti’nin yanı sıra bir Filistin Devleti’nin kurulmasına yol açacaktır. Demokratik İsrail Devleti’nin yanı başındaki demokratik, bağımsız refah içindeki bir Filistin Devleti, hepimize zarar veren düşmanlık ve terörün son bulmasını mümkün kılacak ve gereksiz savaşlarda toprağın mahvolmasını, suyun zehirlenmesini, havanın kirlenmesini ve kaynakların ziyan edilmesini önlemiş olacağız. Barış geçici bir menfaat değil, kalıcı bir amaçtır...

Türkiye, kendi sistemini yaratmış olan bu büyük ülke, bu tarihi süreçte, siyasi barışla ekonomik barışın, gelenek ve bilimin birleştirilmesine eşsiz bir katkıda bulunacak aktif bir manivela görevini üstlenmektedir. Türkiye artık hem ortak hem de yapımcıdır...”

Abbas ise şöyle konuşuyordu:

“Yüce Meclisiniz, sağlam demokrasinin kalesidir. Bu çoğulculuk bizim için örnek oluşturmaktadır. Arzumuz, bundan esinlenerek yol alabilmektedir. Vatandaşlarınızın ayrı düşüncelerini zenginlik olarak kabul ediyorsunuz. Biz de Filistin’de demokrasiyi sağlamak istedik. Bağımsız Filistin Devleti’nin çekirdeği olsun istedik. Ama kimi uluslararası baskılara maruz kaldık, siyasi ve ekonomik yaptırımlara hedef olduk. İçimizdeki bazı güçler de demokrasi gayretlerine inanmadılar ve bunları reddettiler. Bu sistemi ülkemizde beceremedik. Bölgede barışın gerçekleşmesini arzu ediyoruz. Bizler aynı kampta yer alıyoruz. Barışçıl tutumu izliyoruz. İnsanlık arasında ayırım yoktur, insanlar eşittir... Biz elimizi diyalog için uzatıyoruz.”

Bu konuşmalardan tam on dört ay sonra bölgede durum pek parlak değil.

Lakin, her iki tarafın da o gün söylediklerinin bir gün mutlaka gerçeğe dönüşeceğini ummak gerek.

Umut tek oksijenimiz...

***

Clint Eastwood tipik bir Hollywood yönetmeni değildir. Yönettiği filmler hep bireyin uğradığı kötülükler üzerine konuşur. Her filmi, insanoğlunun trajedisine kulak verir ve insanı uyandırmayı hedefler. Bu bağlamda Eastwood’un filmleri, bireysel dramlardan yola çıkarak evrensel mesajları gözümüzün içine sokmayı başarır. Yolda pervasızca, duyarsızca yürüyenlere adeta bir tokat atar, uyandırır onları. Sonrası ise tokat yiyene kalmıştır...

Son filmi, ‘Changeling’ yine böylesi bir tokat atıyor bizlere. Adeta uyandırma zili işlevi görüyor. Hem bireysel kötülüğü, hem de kolektif ve organize kötülüğü göstermek istiyor, anlayana. Demokrasi ve özgürlüğün beşiği olduğu kabul edilen ABD’de bile, 1920’lerde Los Angeles gibi çok ünlü bir şehirdeki mikro faşizm düzenini sorguluyor korkusuzca. Bu düzeni korumak ve güçlendirmek için “beyazın” nasıl da “siyah”a dönüştüğünü, gerçeklerin nasıl da ters yüz edilebildiğini anlatıyor. Çarkın dönmesi için kimi insanların rahatlıkla kötülüğün peşinden gittiklerini gösteriyor, çarpıcı karelerle.

Ancak düzenin ağırlığı ve koyuluğuna rağmen cesaretle mücadele eden insanları da tanıtıyor film. Zira direnme gösterildiği sürece faşizmin mutlaka yenilgiye uğratılabileceğine inanıyor Eastwood, kimi çıkan ağır faturalara rağmen…

Clint Eastwood’a hayran kalıyorum vesselâm…

* * *

Bir başka hayranlık duyduğum iki insana daha rastladım haftasonu. Karanlık günlerimize bir nebze ışık sundular birkaç saatliğine de olsa.

Rafael Nadal ve Roger Federer.

Avustralya Açık Tenis Turnuvası’nda beş saate yakın öyle bir final maçı izledim ki, oyun esnasında hayatı her anlamda anlatmaya çalışan bu ikiliye hayran olmamak elde değildi. Biri savunma ruhlu diğeri agresif karakterli iki oyuncunun müthiş mücadelesi hayata dair ilginç izdüşümler bırakıyordu.

Maçları; inişli çıkışlı ruh durumlarına rağmen, konsantrasyonlarını hiç bozmadan hedefe ulaşmak için kurallar dahilinde ölümüne çalışmak, uğraşmak ve didişmek üzere kurulmuş sert bir hayat hikâyesi gibiydi. Sevinç ve hüznün sürekli diyalektik birlikteliği ise bu mücadelenin sosu vazifesini görüyordu, aynı hayatımızda olduğu gibi..

Ve hele hele, birinciliği kaybedenin binlerce kişinin önünde  ağlamaktan çekinmemesi ve birinciye övgü dolu sözleri gözyaşlarıyla söylemesi, birincinin de kaybedeni teselli etmesi ve ona sarılarak, ‘biz azmin ayrılmaz ikilisiyiz’ denli mesajı bu iki büyük insanı milyonlarca kişiye, ‘rol model’ olma  özelliğini veriyordu.

Bizler, hepimiz, bu ikilinin sırrını çözebildiğimiz gün düze çıkabileceğiz…