Mario Levi:

Mario Levi, sekizinci kitabı “Karanlık Çökerken Neredeydiniz” ile yazmak istediği romana biraz daha yaklaştı. Levi’nin duyguları, bireysel tarihi ve 70’li yılların Türkiye’si hakkında bir portre sunduğu kitap, altı dostun öyküsünü ve yeniden bir araya gelme sürecini anlatıyor. Yazar ile romanı ve 70’li yıllar üzerine söyleştik

Perspektif
14 Ocak 2009 Çarşamba

David Ojalvo


Bir yazarın, tanınmış bir yazarın romanını, yayımlanmadan önce okumak çok farklı ve özel bir duygu. Üstelik o yazar, size birçok açıdan yakın, ortak paydalarda buluştuğunuz bir yazar ise...

Cemaatimizde yazmayı, Mario Levi kadar “bir hayat” olarak benimsemiş bir başka isim var mıdır, bilemiyorum. “Haldun Taner Öykü Ödülü”, “Yunus Nadi Roman Ödülü”nü kazanan bir yazar... Eserleri İtalyanca ve Almanca’da basılan ve Fransızca, Romence, Yunanca ve Bulgarca’ya çevrilmekte olan bir yazar...

Mario Levi’nin sekizinci romanı “Karanlık Çökerken Neredeydiniz” 14 Ocak’ta kitapçılarda... Birçok açıdan geçmekte olduğumuz zorlu döneme karşılık, romanın adı sizi ürkütmesin. Mario Levi de kendisine bu soruyu yöneltiyor ve böylelikle, yaşanan birtakım karanlıklara ışık tutuyor. Bu noktada o ışığı yakalamak, 70’li yılların o duyarlılığına yaklaşmak okurun elinde... Hayat, geçmişten ibaret değil ve karanlık, gelecek için de geçerli bir kelime... Yine de hayat, geçmişe de bağlı... Bu doğrultuda geçmişi bilmek, hep söylendiği gibi, önemli ve değerli. Romanın kahramanı İzak’ın yaşadığı kırılmadan ve yüzleştiği öykülerden hepimizin edinebilecekleri var...

İzak, yaşamakta olduğu “sıradan” sayılabilecek yaşamında bir kırılma, bir olay yaşar. Romanın başında okuyacağımız üzere bu kırılmanın kökleri onun geçmişinde saklıdır. Böylece beş dostuna ulaşmaya ve onları, bir zamanlar oynadıkları tiyatro oyununu yeniden sahneye koyabilmek üzere toparlamaya karar verir. 70’lilerden 2000’lilere çok şey değişmiştir ama... Necmi 12 Eylül’de tutuklanmış, işkenceler görmüş ve sonuçta turist rehberi olmuştur... Şebnem, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları’nda uzun yıllardan beri sessizce yatmaktadır... Yorgo’nun yaşamı 64 Kararnamesi ile derinden sarsılmış, önce Marsilya’ya ardından Atina’ya yerleşmiştir. Şeli, İsrail’de kötü bir evliliğin ardından İzmir’dedir ve bir kadın iç çamaşırları satan dükkanı işletmektedir... Niso, bir hahamın oğlu, Hayfa’da elektrik mühendisliği yapmış, bir müzik grubunun üyesi olmuştur...

Sahne bir kez daha İstanbul’dur... Aşklar da yaşanmıştır, ayrılıklar da, trajediler de... Bu romanla, tüm değişikliklere rağmen, İstanbul’un neden sevilmekten vazgeçilemeyeceği bir kez daha hissediliyor...

“Karanlık Çökerken Neredeydiniz” bir dostluk öyküsü... Gerçek duyguların, özlediğimiz birtakım değerlerin, duyarlılığın öyküsü... Mario Levi bu kitapla yazmak istediği romana biraz daha yaklaştı; ben de hayata...

Altı dostun öyküsü, 70’li yıllar ve günümüze etkisi, aidiyet, gençlik, futbol... Bu roman için birçok anahtar kelime kullanılabilir... Öyle ki, kitap üzerine derin ve kapsamlı bir söyleşi gerçekleştirmek, kaçınılmazdı...  

Sekizinci romanınız kitapçılardaki yerini almak üzere. Mario Levi, “Karanlık Çökerken Neredeydi” adlı kitabı için neler hissediyor?

Öncelikle ilk romanım çıkıyormuş gibi heyecanlı olduğumu söyleyebilirim. Bu samimi bir heyecan ve insanın kendisiyle övünç duyması ne kadar doğrudur bilemiyorum ama, kendimle övünç duyuyorum. Bunu itiraf etmeliyim. Sen de söyledin,”sekizinci kitap” dedin. Sekizinci kitabı çıkan bir yazar için artık durum olağanmış gibi görülebilir; ama ben hiç öyle görmüyorum.

Belki burada etken, kitaplarımın arasını uzun tutmamdır. Son romanım “Lunapark Kapandı” 2005’in Mart’ında yayımlanmıştı. 2009 Ocağının ortasında çıkıyor bu kitap, neredeyse 4 yıl oldu. Benim böyle 3-4 yıl aralarım var. Bu tempoda gitmesi halinde Balzac gibi 96 romanı olan bir yazar olmayacağım kesin. Çok kitap yazmanın da büyük bir erdem olduğunu düşünmüyorum açıkçası. İnanarak yazmak önemli.

Bu benim çok inandığım bir kitap. Hani hep derler ya, “yazmak istediğim romana biraz daha yaklaştım” diye; bu roman için bunu söyleyebilirim. Çünkü hem duygumu ortaya koydum, hem bireysel tarihimle ilgili ipuçları var, hem de yaşadığım ülkenin kaderiyle ilgili bir şeyler var... Bunları vermek çok önemli...

“Karanlık Çökerken Neredeydiniz” adlı yeni kitabınızda altı dostun öyküsünü anlatıyorsunuz...  Bu altı dost “Artistler Takımı”nın üyeleri ve romanın ana kahramanı diyebileceğim İzi’nin etrafında yeniden birleşiyorlar.  Mario Levi, İzak’ı (İzi) nasıl yarattı?

İzi, kimi yönleriyle benim, kimi yönleriyle ben değilim. Eğer başka bir hayat seçseydim ve benden vakti zamanında istenenlere boyun eğseydim, İzi’nin yaşında İzi gibi bir insan olacaktım. İzi benim korkularım. Dolayısıyla ona çok sevgiyle baktım, onu çok severek yazdım. Ufak tefek iç hesapları olan bir adam; ama sonuçta bir yerden sonra artık ben değilim... Ben kendimi İzi’ye oranla daha özgürleşmiş bir insan olarak görüyorum. Çocuklarım farklı olacaktı belki; ama muhtemelen, ona yakın biri olacaktım.

“İnsan nasıl özgürleşebilir?” Bir takım engelleri yıkmayı göze alarak... İzi bunu başaramamış biri. Bu potansiyeli olduğu halde bunu başaramamış biri; ama yalnızlığından keyif almış biri aynı zamanda. Yani kırılgan bir dünya kurduğunun farkında... Öfkesini yitirmemiş, buna rağmen bir o kadar da mücadele etmemeyi seçmiş biri olduğunun farkında. Ona gerçeği, oğlu gösteriyor. Belki oğlu bu gerçeği göstermeseydi, böyle yaşamaya devam edecek ve “Artistler Takımı”nı aramayacaktı. Bir de galiba dostluklar kurmak çok zor. Ama neresinden bakılırsa bakılsın iyi bir insan olduğunu söyleyebilirim. Bu yüzden de romanda en çok sevdiğim, özdeşlik kurduğum karakterdir. Zaman zaman da İzi’yi yazarken hem gülümsedim hem kendimi mutlu hissettim. “Onun gibi olmadım” diye...

İzi bir yanıyla sizsiniz. Peki ya romanın diğer kahramanları nasıl oluşturuldu?

Gustave Flaubert “Madam Bovary”i yayınladığında ona “Madam Bovary kim” diye sormuşlar. Flaubert de “Madam Bovary benim” demiş. Bu aslında çok önemli bir yazarlık anlayışını ve tavrını ortaya koyuyor. İzi’nin dışında bu romanda “Artistler Takımı” dediğimiz grubu oluşturan beş kahraman daha var. Bunların kimileri gerçek hayattan, kimileri de farklı farklı yerlerde yaptığım gözlemlerden oluşmuş kurgusal kahramanlar. Ne kadarının gerçek hayattan ne kadarının kurgu olduğunu söylemeyeceğim. Okur, istediği gibi yorumlasın. Ancak kurgu olan kahramanlarımda da gerçek hayattan esinlendiğim kahramanlarımda da bir şekilde benden izler var. Haliyle her bir kahramana çok inandım.

Galiba söylenen var ya, “iyi bir gözlemci olunmalıdır”, diye. Ben özellikle bu romanda, hayatım süresince farkında olmadan iyi bir gözlemci olduğumu gördüm. Bu altı ana karakterin yanında önemli başka karakterler de var. Çok tipik bir Yahudi olarak gördüğüm, bir Yahudi eş olarak gördüğüm Çela. Şalom okurlarına özellikle söylemek istiyorum: kitabımı okuyacak Yahudi çevrelerinden birçok insan, birçok Yahudi kadını Çela’da kendinden birtakım izler bulabilir. Bu anlamda İzi ile olan ilişkisi de bana çok inandırıcı ve gerçekmiş gibi geliyor. İzi aracılığıyla yazar yer yer o kadına hayranlık duyar, yer yer de o kadını eleştirir. İşin içinde olduğum için, salt bir gözlem olmadığı için, çok iyi tanıdığım bir kadın... Sonra romandaki arada sırada, sadece birkaç sayfada kendini gösteren kahramanlar benim için gerçek hayatın izlerini taşılar.

İzi’nin kırılma noktasını yaşamasını, arkadaşlarını toparlamak adına o telefonu açmak üzere oğlu mu neden oluyor?

Bir yerde oğlu... Oğlu ona seçmiş olduğu hayatın, biraz da kendisini kandırarak götürmeye çalıştığı hayatın, aslında pek de doğru bir hayat olmadığını gösteriyor. Bilinçli bir şekilde, son bölümde aslında bütün bunlara oğlunun sebep olduğunu gösterdiğim yere kadar, okurda şu duyguyu uyandırmak istedim: temel bir sarsılma var...

Oğlu onunla konuşurken kendi isyanı hakkında, bir şeyi nasıl yarım bıraktığını düşünür İzi... Baştan beri de “Her şeye bırakacağım İngiltere’ye gideceğim” der. Bunu oğlu yapar. Ona ne yapmadığını, ne yapması gerektiğini gösterir.

Bugün bunu birçok Yahudi ailesinde görüyoruz. Yeni kuşak burada yaşamamayı seçiyor... Giderler ve mutlu mesut yaşarlar. Arada sırada aileler giderler oğullarını ziyaret ederler, hatta gurur duyarlar... Burada başka bir şey var...

“İstanbul Hayatım” Artistler Takımı’nın sahnelediği bir tiyatro oyunu... Bir yerde, tiyatronun birleştirici gücüne de tanık oluyoruz.  Bu var olan bir oyun mu?

Hayır, tamamıyla benim kurgumdur. Belki bir gün yazmak isteyeceğim bir oyundur. Belki bir gün... Günün birinde bir tiyatro oyunu yazarsam belki “‘İstanbul Hayatım’ adlı bir oyun yazarım” diye düşünüyorum. “İstanbul Hayatım” uzunca bir süre kitabın adıydı... Sonra da tesadüfen bir akşam bir şeyler çıktı... Karanlık... Çökerken... Böylece adı kondu kitabın. Yoksa hem oyunun hem romanın adı olacaktı...

“Lunapark Kapandı” bir aşk romanıydı. Bu kitap bir yanıyla bir dostluk öyküsü… Sizi böyle bir roman yazmaya yönlendiren neydi?

“Lunapark Kapandı”nın bir aşk roman olduğu çok doğrudur. Bir aşkı yazarsam, “böyle yazabilirim” demiştim o günlerde. Gözlemine kesinlikle katılıyorum. Burada dostluk çok daha ön planda, her ne kadar aşklar varsa da... Belki burada bir borç ödeme var; çünkü yaşadığımız dünyada en çok yitirdiğimiz değerin, aşktan çok yitirdiğimiz değerin, dostluk olduğuna inanıyorum. Dostluğun yaşanması gerektiğine, onu her geçen gün daha çok yitirdiğimize inanıyorum. İnsanların olumsuz anlamda çok bireyselleştiğine inanıyorum. Birey olmak çok önemli ve gereklidir. Belki bireyselleşmek yerine “bencilleşmek” diyebilirim. Özellikle bütün dünyada olduğu gibi, İstanbul’da da insanların bencilleştiklerini, birbirlerinden çok uzaklaştıklarını, bu yüzden de dostluğun ne kadar önemli bir değer olduğunu bu romanda anlatmaya çalıştım.

Konuşmalar arasında düşündürücü,  yoğun analizler var.  Kanaatimce kahramanlara duygusal bir derinlik kazandırıyor bu...

Evet... Çok analiz yaparım... Analizlere çok önem veriyorum; çünkü ancak böyle karakterlerin oturabileceğini düşünüyorum. Hatırı sayılır manada da psikiyatri kitabı okudum...

Ben kendime yönelik de bunu yapıyorum. Aslında Türk edebiyatında insan ruhunun derinliklerine inme konusunda çok az iyi örnek olduğunu düşünüyorum. Var ve çok az... Mesela Oğuz Atay onlardan biri çok beğendiğim... Kahramanı böyle bir boyut katmalı... Roman bunu verebilir ancak...

Kitapta bol keyifli ortam var... Ortaköy’de, Beyoğlu’nda... Futbol var. Romanın geçtiği zamanın ipuçlarını verdiniz...

Öğrencilerime hep şunu söylerim... Bir dönemi anlatırsanız, mümkün olduğu kadar tarih vermeyin. Mesela “2001 yılının baharıydı”... Çok yanlış bir ifade olduğunu düşünüyorum... Ama öyle bir şeyler anlatın ki, okur onun aşağı yukarı hangi dönem olduğunu anlasın. Dolayısıyla çok doğru yakaladın işte... Buradan çıkan romanın hangi tarihlerde geçtiği.

“Karanlık Çökerken Neredeydiniz” Bu soru kime?

Herkese, okura... Aslında birçok karanlık var çöken bu romanda. Tabii ki 12 Eylül karanlığı... Ama başka insanlar için de başka karanlıklar vardır... 64 Kararnamesi örneğin Yorgo’nun hikayesi... Birtakım insanların uğramış oldukları ayrımcılık gibi konular... Birileri hep sağır kalıyor aslında. Neden bunlara sağır kaldılar? Bilin, bunlar da yaşandı, hatta bir hesap sorma var. Muhtemelen bu soruyu yazarın kendisi de kendisine sormaktadır. Herkes bir şekilde bu suskunluğun içinde olmuştur. Bu nedenle de yazar, bunu ortaya atıyor. İsteyen, kendi üzerine alsın diyelim. Ve anlatıyor bazı şeyleri... Bu kitabın böyle yazılmasında bir amaç vardır: Türkiye’nin temel sorunlarından biri belleksizlik. Bir çok şey, çok yakın bir geçmişte yaşandığı halde unutuluyor. Bu toplumun, ülkenin karakterinden, gündemin hızla değişmesinden kaynaklanıyor; bilinçli olarak yapılıyor. Nedenleri çok ama unutuluyor. Örneğin o duyarlılık, 70li yılların duyarlılığı, bugün çok uzak insanlar bundan...

“Hatırla Sevgili” diye bir dizi oldu... Biraz aşk karıştırıldı ve anlatıldı birtakım şeyler. Örneğin, “Hatırla Sevgili”nin benim üniversitedeki gençlik dönemime rastgelen bölümleri gösterildiğinde ben yer yer ağladım. O olayların içinde olduğum için... 16 Mart Olayı vardır... Oradaki çocukların üzerine bomba atılmıştır ve 7 kişi ölmüştür. Bir bölümde “16 Mart geliyor” dedim, belli... Hazırlıklar var, ağlamaya başladım.

Bu romanı yazmamın sebeplerinden biri bunlar da bilinsin; çünkü aslında bu benim tarihimde ve genlerimde de var. Biz hep şöyle bir ahlakla büyütüldük Yahudiler olarak... “Hatırla ve asla unutma...” Bu benim ilkelerimden biri oldu. Bu “toplama kampı” deneyimi için söylendi; ama bunu çok içselleştiriyorum... Bunları hatırlıyorum ve anlatıyorum. Öyle ki, benim için etik bir duruş. Beni Yahudiliğime bağlayan bir etik duruş. Toplama kampı deneyimi başka. Burada yaşanmış bir şey var. Ben bu ilkeyi içselleştirerek böyle anlatıyorum ve bir yere gitsin...

Bir yazar romanını yazarken, belirli bir okur için yazmaz; ama şunu düşünür: kim okuyacak? Kendime sorarım. Kimin okumasını isterim? İki ana okur hedefliyorum burada, hayal ediyorum. Birincisi, yaşıtım olanlar... Hatırlasınlar ve görsünler bunlar böyle yaşandı... İkincisi, bu olayları bilmeyenler bir de böyle görsünler... O da yeni kuşak... 20’li yaşlarında olanlar. Belki üniversiteye yeni başlayanlar... Hatta 30’lu yaşlarında olanlar, onlar da bilmiyor... Bunlar benim için çok önemli. Biri aktarma ve öteki paylaşma... Nasıl bir duyarlılık aktarabildim, bilmiyorum.

Romanın sonunda oyunu sahnelerler, Nevizade’ye giderler ve yemek bittikten sonra “Arkadaş” şarkısını söylerler, birbirlerinin koluna sarılmış şekilde. O 70li yılların duyarlılığı olan bir şarkıdır ve sözleri bu hikayeye tam oturur. Oradan en çok etkilenen Şebnem’dir... O benim için çok önemlidir.

Romanın sonundaki boyacı çocuk benim için çok önemlidir... Mesela boyacı çocuk, İzak’a sorar, “Memleket neresi?” diye... “İstanbul” der. Çocuk da çok ironik bir şekilde “Böyle memleket olur mu abi” der... Aslında orası benim çok hoşuma gider. Çift anlam verir çünkü. Okurun tüm bunları okuduktan sonra “böyle memleket olur mu?” demesini istiyorum. Anadolu kökenliler bir türlü anlayamazlar, İstanbulluyum’u... “Yok, nerelisin?”, “Ya İstanbulluyum. 500 yıldır İstanbulluyum. Ne yapabilirim?”, “Yok yok... Aslen nerelisin?” Aslen Rizeli, aslen Antep çıkacak... Bu yüzden, buna da gönderme yaparım... Herkes istediği gibi alsın, diye... Bütün bunları işte aktarılması gereken duyarlılıklar... Gittiği yere kadar gidecek...

devamı haftaya...