68 ruhu iktidardadır...

Hasan Bülent KAHRAMAN Perspektif
9 Eylül 2021 Perşembe

Dünyada gelmiş geçmiş en büyük devrim nedir diye spekülatif ve her spekülasyonda olduğunca biraz yanlı, biraz da abartılı bir soru sorarsam kendi payıma vereceğim yanıt Fransız Devrimi olur. Tarihin büyük isyanları, başkaldırıları, direnişleri vardır ama bu devrimin kıyasıya eleştiricisi büyük tarihçi François Furet’nin de kabul ettiği gibi Fransızların 1789 hareketi dünyaya sadece devrim düşüncesini öğretmekle kalmadı, ‘devrimcilik’ diye bir ‘formasyonu’ da benimsetti. (Furet, bildiğimiz anlamda bir devrim olmadığını söylüyordu. Kitaplarını okumamak büyük kayıptır.)

Arkasından elbette Rus ve Çin Devrimleri geldi. Bunlar büyük halk ayaklanmalarıydı. Lenin’in büyük politik dehası olayların gelişimini izlemiş, zamanında müdahale ederek tarihin yönünü değiştirmişti. Halk o devrimde ne kadar mevcuttu sorusu gene sorulabilir. Belki ‘devrim’ anında bir kitlenin mevcut yönetimi devirişinden söz edemeyiz ama elbette büyük kitlelerin devrime katılması gecikmedi. O kadar ki, iş sonunda bir büyük iç savaşa dönüştü.

Bizde en az bilineni Çin Devrimidir. Çin Devrimi, Fransız ve Rus devrimlerinden daha farklıdır. 1927’de başlayan bir iç savaş Çin Kızıl Ordusu’nun ve Çin Komünist Partisi’nin Kuomintang’a karşı verdiği mücadeleyle 1949’a kadar sürer. Çin Devrimi o yıl sonuçlanır. Bu kadar uzun bir sürede gerçekleştirilen devrimi hâlâ devrim sayabilir miyiz, emin değilim. Eğer devrim düzenin radikal şekilde değiştirilmesiyse evet, yok ani bir vuruşla o dönüşümün sağlanmasıysa bilemem. İşin içinde bir de efsanevi Uzun Yürüyüş vardır. (O 1920’li yılları, size söyleyeyim büyükler büyüğü Malraux’nun İnsanlık Durumu ve Attila İlhan’ın Kanton’da İsyan daha sonraki çevirmenlerin Fatihler adıyla çevirdiği romanlarını okumadan anlayamazsınız. Ayrıca Malraux’nun Batının İğvası’nı okumadan Doğu ve Batı hakkında bir şey biliyorum da denemez.)

***

Bu uzun tarihe eklenen son bir hamle var: 1968 devrimi.

Hemen belirteyim, 1968’e devrim demek bir şaşırtmaca da değildir. Bir anekdot anlatayım.

Princeton Üniversitesinde hocalık yaparken kantinde asılı, herkese gösterdiğim bir fotoğraf vardı: Bir hoca sınıfta ders anlatıyor. Üstünde frak gibi kuyruklu bir ceket var. Pantolonu bizde ‘bonjour’ diye bilinen tebeşir çizgili pantolon. Kravat ve yelek. Elinde de bir tür asa. Belli ki old school muhteşem bir hoca. Büyük bir heyecan içinde iki büklüm olmuş ders anlatıyor. O kadar coşkulu. Karşısındaki öğrencilerdeyse erken dönem ‘khaki’ pantolonlar, o zamanlar Türkiye’de ‘kes’ dediğimiz, şimdi herkesin ayağındaki lastik pabuçlar var ve sınıfta sigara içiyorlar. Bana göre bu bir devrimdir. Söz konusu geçişin yaratıcısı da 1968 hareketidir.

Bu devrimi hazırlayan büyük tarihin ayrıntılarına girmeyeceğim ama bir noktayı vurgulayayım. Sanıldığının tersine 1968 hareketi Paris’te ve Sorbonne Üniversitesinde değil, Amerika’nın Batı yakasında ve UCLA kampüsünde başlamıştır. Sonradan doğuya, Columbia Üniversitesine sıçramış nihayet 15-19 Ağustos 1969’daki Woodstock Konseriyle kendi tarihinin dönemeçlerini tamamlamıştır.

Hareketin arkasında yer alan çok çeşitli unsurların hemen hepsi artık biliniyor. Fakat kültürel bir pratik olarak bakılırsa kadınlar için doğum kontrol hapının bulunması ve yaygın şekilde kullanılması bombanın çekilen pimidir. Böylece yeni bir kimlik ortaya çıkmış, arzu, zevk ve beden kavramları bambaşka bir boyuta geçmiştir. Fransa’da önce Yapısalcı (Structuralism) sonra Yapısökümcü (Deconstructionist) düşüncenin ortaya çıkması (tabii, özellikle bu sonuncu akım) Foucault, Deleuze ve Guattari’nin görüşlerinin yaygınlaşması, Lacancı psikanalizin yeniden keşfi tam da aruz-beden-zevk kavramları üstünden gelişen yeni bir dünya görüşüne kapı aralamıştır. (François Dossi’nin History of Structuralism adlı, iki ciltlik yapıtı bu tarihi 1945’ten başlatır ve kılı kırk yararak ama çok zevkli şekilde bugüne kadar getirir.) Açılan kapının özgürlük olacağından kuşku duyulamazdı. Aynı şekilde, 1968 Baharında Paris sokaklarını dolduran genç kadın ve erkeklerin duvarlara yazdığı (bende de bulunan o büyük, kalın ve nefis kitapta toplanan) sloganları ve yapıştırdıkları afişleri hazırlayan Situationistler süreci biçimlendiriyordu.

Kuşkusuz Mao’nun 1965’te başlattığı ve hâlâ, anlamadığım hele benimsenmesini hiç aklıma sığdıramadığım Kültür Devrimi’nin (her ne kadar bu gelişmeyi anlatan Wind from the East’i hayranlıkla okumuşsam da) Paris’i kaplaması, hemen tüm düşünürlerin Maoist eğilimler taşıması ve bir tabula rasa olabileceğine inanması hareketin itici gücüdür. Böylece 1968 özgürlük, eşitlik, kardeşlik sloganının o yıllara ve koşullara uyarlanmasıydı ki, bu açılımı Amerika’daki Siyah Özgürlük Hareketinden bağımsız/kopuk düşünmek olanaksızdır. Muhammed Ali’nin başlı başına bir figür olması, bir savaşçıya dönüşmesi, Amerika’da hızla gelişen Vietnam karşıtı çıkışlar 1968’in ruhunu ve eylemini oluşturan büyük vurgulardır.

1968 biri kendisini besleyen diğeri kendisini sarsan iki büyük darbe almıştır. Sarsıcı darbe Sovyetlerin Çekoslovakya’yı işgal edip Prag Baharı’nı tanklarıyla ezmesidir. 68 düşüncesi buradan ‘özgürlükçü sol’ görüşüyle çıktı. Attila İlhan’ın o zamanlar dediği gibi sol ya özgürlükçü olacaktı ya da olmayacaktı. Kırıcı darbe de Sovyetler’den geldi. 68’e rağmen Stalinist yönetimi savunan kesim bile Solzhenitsyn’in Gulag tarihini ortaya koyan kitabının yayınlanmasıyla bu rejimi ebediyen mahkûm etti. (Hachette kitabevinin vitrininde kitabın ilk baskısını gördüğüm nefis bahar gününü şu an gibi anımsıyorum. 1974 yılıydı.) Evet sol özgürlükçü olmalıydı.

Bu tarih tamamlandı mı? Kimilerine göre evet, 1979’da Thatcher’ın İngiltere’de Başbakan olmasıyla neo-liberal ve Yeni Sağ politikalar iş başına geldi ve 1968 sona erdi. Yalan değil. 1979 sonrasında doğrudan sol bir iktidar görülmedi. Gerçi Mitterand 1981’de Sosyalist Partinin adayı olarak seçildiyse de bakmayın hem bir imparator gibi yaşadı hem de Thatcher politikalarını benimsedi. Öyle olması da gerekiyordu. 2021’e kadar devam eden bu eğilim daha da ilerledi ve Yeni Sağ politikalar yerini radikal sağ, popülist, ırkçı anlayışlara terk etti. Avrupa’nın hali ortada.

***

Gelin görün ki, kazın ayağı öyle değil (doğrusu ‘kaziyesi öyle değil’ olmalıdır.) 1968 bal gibi de iktidardadır.

İktidar sadece siyasal iktidar değildir. Bir düşüncenin hakimiyeti her türlü iktidardan daha da önemlidir. Öyle bakarsak, bugün dünyayı tutmuş olan çevre hareketi, ekolojik talepler, beden, kimlik, tanıma ve fark politikaları, cinsel özgürlük arayışları, LGBT çıkışı, hayvan hakları tamamen 1968’in getirdiği temel düşünceye eklenen yorumlar ve siyasetlerdir. Mevcut beklentileri ve önermeleri geniş bir yorumla iktidarın kısıtlanması olarak değerlendirmek gerekir. 1968’in ana teması buydu: İktidar odaklarının törpülenmesi, iktidarın ciddi bir yapısöküme uğratılması, sınırlandırılması. Buna, 1990 sonrasında ciddi bir momentum kazanan saydamlık, hesap verme, sivil toplum öncelikleri, aşağıdan yukarıya örgütlenen toplumsal kurguyu da ekleyelim. Hepsi gene iktidarı küçülten ve kısırlaştıran parametrelerdir.

1968 dar, baskıcı, sınırlı ve kısıtlayıcı iktidar anlayışına karşı bir tepkiydi. İçlerinde Türkiye’nin de bulunduğu bazı ülkelerde her ne kadar ’68 ruhu’ tersine çevrilip daha militer, daha sert bir sol anlayışla bütünleştiyse de genel olarak iktidar anlayışını köktenci şekilde dönüştürdüğünü kabul etmek gerek. 1979 hareketi 68 ruhunun pratiklerini uzun süre erteledi ama eğer bugün de insanlar yeni bir dünyanın kurulmasını istiyorsa, sosyal demokratik hak arayışlarında bulunuyorsa prekarya gibi bir kavramla gelir dağılımını sorguluyorsa, kısacası daha uygar ve yaşanabilir bir dünya arıyorsa bu 1968’in sonucudur.

Evet, 68’in sloganlarını yeniden anımsamak gerekir ki, en güzeli herhalde ‘gerçekçi ol imkânsızı iste’ idi...

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün