Siyah leyleklerin getirdiği çocuklar

İnsanlık, iki insanı evlilik bağıyla bağlarken hemen her dinde ve kültürde şart koştuğu ‘hastalıkta sağlıkta bir arada olma’ eylemini çağlar boyu toplum nezdinde başaramamıştır. Toplumu oluşturan kesimler sınıfsal, ırksal ayrımları ayrılan taraf kendisi olmadığı – ya da güçlü olan kendisi olduğu – sürece ses çıkarmayarak desteklediği gibi, çıkan seslere de genellikle kulaklarını tıkar.

Bahar AKPINAR Perspektif
17 Haziran 2020 Çarşamba

2020’de ortak bir hastalık paydasında buluşunca, toplumsal ortaklığın kurulamadığı zeminler ilk kıvılcımda ortaya çıkmaya başladı. Görüntüde kutsanan ama her türlü çürümüşlüğün altına süpürüldüğü o evlilik akdi bozuldu. George Floyd’un öldürülmesi, sanki işlenen ilk cinayetmiş gibi toplumsal bir harekete dönüştü. Korona virüsü bizi evlere tıkarken, bu insanlık durumunu kaldıramayan vicdanlar sokaklara döküldü. Senelerdir önlerinden geçip gittikleri heykeller yıkıldı, sürüklendi, tekmelendi… Bu birden uyanışın nedenleri elbette pek çok şekilde tartışılır. Bu yazıda konuyu biraz daha gerilere taşımayı, pek de bilinmeyen bir film üzerinden kısa bir tarih okuması yapmayı istiyorum. Eugenics ya da öjenizm denilen Nazi döneminde ırksal hijyen çalışmalarının öncülü sayılan bir filmden söz etmek istiyorum. 

Nazilerin öjenik girişimlerle yapmaya çalıştıkları ırksal hijyenin temelleri eski ve derindir. İnsan ırkının soyaçekim yoluyla geliştirilmesinin öne atılması fikri Platon’a kadar gider. Antik Yunan dilinde ‘iyi doğan’ anlamına gelen Eugenics akıllardan çıkmaz ve zamanla bilimsel ırkçılık halini alır. 19. yüzyıldaki bilimsel gelişmeler bu fikri parlatmaya başlar. Bazı doktorlar hasta veya engelli doğan bebeklerin göbek bağlarını bağlamayı bırakıp kan kaybından ölmelerine neden olurken bazıları ameliyat edilmesi gereken hasta bebekleri ameliyat etmeyi reddeder. 1915 Kasım’ında Chicago’daki Alman-Amerikan hastanesinin Alman Başhekimi Dr. Hary J. Haiselden bu doktorlardan biridir. 

Anna Bollinger adında bir kadın ciddi sağlık sorunları olan erkek bir bebek dünyaya getirir. John adı verilen bebek, frengili babasından kalıtım yolu ile geçen bir takım anomaliler taşımaktadır. Dr. Haiselden ameliyat etmesi halinde çocuğun büyük ihtimalle hayatta kalacağını bilmesine rağmen sözüm ona vicdanını kullanarak ameliyatı reddeder. Bunun üzerine kimliği teşhis edilemeyen biri John’u hastaneden kaçırarak bir başka hastaneye götürüp orada ameliyat ettirmeye çalışsa da bu girişiminde başarılı olmaz ve bebek ölür. Basına yansıyan bu olaya en büyük tepki kadın hakları temsilcileri ve Katolik Kilisesinden gelir. Dr. Haiselden etik kurula sevk edilip, lisansı üzerinde tartışmalar sürerken toplumu ikiye bölen bu konu beyaz perdeye aktarılır. 

1917 yapımı ‘The Black Stork / Kara Leylek’ adlı sessiz filmin başroldeki doktor karakterini olayın kahramanı Dr. Haiselden oynar. ‘Are You Fit to Marry?’ adıyla da gösterilen filmin senaryosunu gazeteci James Lait ile birlikte yazan Dr. Haiselden, filmde kalıtsal hastalığı olan ve doktoru tarafından çocuk yapmaması konusunda uyarılan Claude’un evlenip bir takım anomalilerle doğan ve ameliyata alınması gereken bebeğinin konu alır. Dr. Haiselden tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi, filmde de ameliyat yapmayı reddeder. Bebeğin annesi bir yandan acı çekerken bir yandan da bebeğinin geleceğini düşünerek böyle ‘erdemli’ bir karar veren doktoru anlamaktadır. The Black Stork, daha sonra aryan ırkın yaratılmasında bir basamak olacak ırksal hijyen topluma merhametli bir cana kıyış olarak lanse ederek bu yaklaşımın propagandasını yapar. 

Gerçek olayda olduğu gibi ‘The Black Stork’ filminde de toplum ikiye bölünür. Bir takım sinemalar filmi gösterime sokmazlarken, kimi yerlerde film sansürlenir. Bütün bu yasaklamalara rağmen The Black Stork 1940’ların ortalarına kadar bazı küçük sinemalarda gösterilmeye devam eder. Bu süreç içinde film hakkında pek çok makale ve eleştiri yazısı yayınlanır. Haiselden’e hak veren bazı doktorlar kamuoyu oluşturmak için açıklamalarda bulunup bir araya gelerek toplantılar yapar. Bu tartışmalar süredursun, iki güçlü öjenik film daha beyaz perdede hayat bulur: ‘The Garden of the Knowledge’ ve ‘Married in Name Only’

The Black Stork üzerindeki tartışmalar uzun yıllar devam eder. Dönemin gazetelerinde film üzerine yazılan yazılarda kullanılan çizimlerde gagasında kundakta bir bebek taşıyan siyah renkli bir leylek olduğu görülür. Irkçılığın temsili derinleşmiş, kara bir leylek üzerinden yaratılan gösterge ile ten rengiyle dışlanma işaret edilmeye başlanır. Bu tür ırkçılığın yoğun olarak yaşandığı dönemin Amerikan toplumunun Afro-Amerikan vatandaşları, istenmeyen bebekleri getiren kara leylekler olarak simgelenir. İstenmeyen, dışlanan, kötü kabul edilen her şey siyah ile temsil edilirken dönemin tasvirlerinde sağlıklı bebekleri göklerdeki meleklerden teslim alan beyaz leyleklerin getirdiği görülür. 

Bugün, başta Amerika olmak üzere Avrupa’nın çeşitli kentlerinde sokakları dolduran Black Lives Matter hareketi bu ve bunlar gibi filmlerle bölünerek toplumda oluşan ve artık tahammül edilmez bir baskının birikimi olarak yorumlanabilir. Eğer o günün insanları bugün olduğu gibi sokaklara dökülebilseydi Eugenics üzerinde tartışmaya yer olmayan, bütün dünyanın hem fikir olduğu ırkçı bir girişim olarak kabul edilecek, Naziler tarafından kullanılması mümkün olmayabilecekti. 

Bu gibi karşı duruş hareketlerinin toplumun her kesiminden destek görmesi ve yaygın biçimde yapılması bir arada yaşam adına umut verici eylemler. Holokost üzerinde doktora yapan biri olarak sıklıkla karşılaştığım sorulardan biri Yahudi olup olmadığımla ilgilidir. Oysa bir Yahudi’nin uğradığı haksızlığı Yahudi olmayan biri, bir siyahinin uğradığı haksızlığı bir beyaz savunursa o hareket anlam ve devinim kazanabilir. 

‘Ölüm bizi ayırana kadar bir arada yaşayabilmemizin’ koşulu bir arada yaşadığımız insanların haklarını kendimizinmiş gibi sahiplenip savunmakla mümkün olabilir. 

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün