Stoacılık ve kişisel gelişim çılgınlığı

Perspektif
20 Kasım 2019 Çarşamba

Meriç Aytekin

 

Bir süredir kişisel gelişim tadındaki çalışmaların felsefe ile olan flörtünün nasıl bir hal aldığı üzerine düşünüyorum. Doğu’ya ait felsefelerin ve öğretilerin kişisel gelişim çılgınlığına, bir şekilde, çoktandır yedirildiğini biliyoruz, peki Batı Felsefe tarihi için de aynı şeyi söyleyebilir miyiz? Birçok Batı felsefesi geleneği bize nasıl bir hayat sürmemiz gerektiğine dair pek fazla bilgi vermez ancak belli istisnalar vardır ve Stoacılık kesinlikle bunlardan birisi olarak görülebilir.

Birçok antik felsefe okulu içerisinde Stoacılık çağdaş insana oldukça çekici geliyor çünkü Stoacılık diğer okullardan çok daha fazla gündelik hayatta karşılaştığımız sorunlarla nasıl mücadele edebileceğimize dair oldukça pratik bilgiler ve yöntemler sunuyor. Daha kaba ifadeyle stoacı felsefe gündelik hayatta iş görüyor.
Sağlığımızı veya işimizi kaybedersek ne yapacağız? Sevgilimiz veya hayat arkadaşımız bizi terk ederse bunu nasıl göğüsleyeceğiz? Açlık ve şiddetle sınanırsak ne yapmalıyız?...

Bu tarz sorulara stoacı filozofların oldukça ayrıntılı ve tatmin edici cevapları var.
Stoa felsefesinin başlangıcı Kıbrıslı Zenon’a dayandırılır. Hikâyeye göre bir tüccar olan Zenon mal yüklü gemisinin batmasından sonra Atina’ya gelmiştir. Zenon’un bu deneyimi bile Stoa felsefesinin neden gerçek hayatta karşılığı olan sorular sorduğunu göstermek ister gibidir.

Epiktetos, Marcus Aurelius ve Seneca okulun diğer öne çıkan figürleridir. Epiktetos adını felsefe tarihine geçirebilmiş nadir köle kökenli filozoflardan birisidir. Marcus Aurelius ise tam bir tezat örnek olarak hem Roma imparatoru hem de filozoftur. Seneca İspanya kökenli olmasına rağmen Roma’da önemi bir devlet adamı olabilmiş bir filozoftur. Tarihsel figürlerin koşullarından anlaşılacağı üzere Stoacı felsefe kişinin köle mi yoksa imparator mu olduğuyla veya yerli mi yoksa yabancı mı olduğuyla nadiren ilgilenir. Stoacılara göre kişinin değeri maddiyatla veya statüyle ilgili değildir, tam aksine değer kişinin erdemleriyle ve haysiyetiyle ilişkilidir.
Bu açıdan, tıpkı Kinizm ve Epikürcülük gibi kadınları, köleleri ve yabancıları felsefeye hem dâhil etmiş hem de çeşitli eşitsizliklere karşı eleştirel olmuştur. Örneğin, Stoacılar köleliye tümden karşı değillerdi ama kölelere iyi davranılması gerektiğini ve sırf insan olmaktan ötürü kölelerin de haysiyet sahibi olduğunu iddia ettiler. Köleliğin doğal ve gerekli olduğunu savunan Aristo’ya göre stoacıların pozisyonun oldukça ilerici olduğunu akılda tutmak gerekiyor. Tüm insanlığı ortak görme eğilimleri açısından da Kinikler ile birlikte Stoacılar ilk kozmopolitanizm savunucularıdır.

Tüm bu olumlu özellikler neo-liberal dünyada yaşayan bir tüketicinin elinde adeta tepe taklak olabiliyor. Hem bir kölenin hem de bir İmparatorun filozof olabildiğine dair bir anlatı bugünün yoksul ve zengini arasındaki uçurumu görünmez kılabilir. Epiktetos bir köle filozof olarak neredeyse bize köle olup olmadığımızı umursamamız gerektiğini önemli olanın kendimiz üzerindeki kontrolümüz olduğunu söylemektedir.

Stoacılık kendi kontrolümüz dışındaki şeylere odaklanmamaya ve sadece kendimiz üzerinde bir hâkimiyet kurmaya dayalı bir felsefe olmaya çok müsaittir. Neo-liberalizm içinde türlü yapıların şiddetine uğrayan bir kişi sorunun dışarıda olmadığını, dışarıda olsa bile bunun tamamen kendisinin kontrolü dışında olduğunu, bu yüzden de yapabileceği en mantıklı şeyin kendi kendinin efendisi olmak olduğunu Stoacılık’tan kolaylıkla çıkarsayabilir. Bir stoacı zihninde ve kendi iç dünyasında özgürdür, o yüzden stoacı bir köle efendisi ona üzüm toplama emri verdiğinde bunu dert etmez veya bunu bir özgürlük kısıtlaması olarak görmez.

Saatlerce çok zor koşullarda çalışmak zorunda olan bir ofis emekçisinin orta veya orta alt sınıf hayatı için bu oldukça huzur verici bir özgürleşmedir!
Çoğu zaman kişisel gelişim kitaplarına ve çalışmalarına duyulan ilgi orta alt sınıftan orta üst sınıfa kadar olan alıcıya hitap eder. Daha yoksul kesimlerin zaten bu kültürlenmeye uzak olduğunu üst sınıfların ise böyle dertlerinin pek olmadığı varsayılabilir. Bilhassa görece ortalama ve üstü bir üniversiteden mezun olan beyaz yakalılar için Stoacılık politize olmadan kendi hayatının iplerini elinde tutma hissine sahip olmak için eşsiz bir fırsat.

Birçok kişisel gelişim kitabı da zaten bize bunu vaat ediyor. Sorunların yapısal olmadığını, kendimizi değiştirirsek sorunların zaten çözüleceğini söylüyor. Kuşkusuz kendimizle ilgili sorunları çözmek oldukça ferahlatıcıdır, peki bizi hatta toplumumuzu aşan sosyal ve iktisadi yapılardan kaynaklanan sorunları ne yapacağız? Doların yükselmesi, iklim krizi ve yoksulluk bizden kaynaklı olmadığı gibi tamamen değiştirilemez verili doğal durumlar da değildir.
Bu açıdan Stoacılık kolektif bir özgürleşmeyi değil bireysel bir kurtuluşu arayan ve neo-liberalizm içinde savrulan ve gittikçe erimekte olan orta sınıf için oldukça cazip geliyor olabilir. Burada Stoacı felsefenin özünde yalıtılmış bir birey kurgusunu savunduğunu iddia etmiyor ancak kentli orta sınıfın buhranlarına bir deva olarak Stoacılık ile bu mercek vasıtasıyla ilişkilendiğini ve Stoacılığın buna dair bir potansiyel taşıdığını söylüyorum.

Stoacı felsefe sizi çevrelen şeyleri değiştirmenizle neredeyse hiç ilgilenmez ve tarihsel olarak değişimi tetikleyen öfke, hiddet, tutku gibi duygu kümelerine karşı olukça şüpheci ve mesafelidir. Bütün stoacı metinlerde görüleceği üzere filozof her zaman kendisiyle ilgilenmektedir ve kendi kendine yetebilmenin imkânlarını arar. 
Duygusal ihtiyaçlarımızı, ilgi ve alaka beklentimizi kim karşılayacaktır? Sorusuna bir stoacı böyle beklentilere kapılmamanın en doğru çözüm olduğu cevabını verecektir. Ona göre, en iyi ihtimalle bu beklentiler karşılanmadığında ne üzülmeli ne de öfkelenmeliyiz. Oysa öfke de üzüntü de devinim açısından oldukça insani duygulardır.

Bırakın toplumsal bir ufka sahip olmayı iki kişiye dahi odası olmayan bu tek kişilik kendi kendine yetmenin yüceltildiği felsefe maalesef neo-liberal dünyada yalnızlaşmış ve bireyselleşmiş orta sınıfın kendini teselli etme aracı haline gelmek üzere. Belki de köle bir filozofun bizi çevreleyen koşullara değil de kendimize odaklanmamızı öğütlemesine karşı köleliğe; yani onu çevreleyen koşullara savaş açan başka bir köleyi Spartaküs’ü daha fazla dinlemeliyiz?


 

 

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün