Geçen mevsimin en iyi oyunları - II

Festivalin yabancı konuklarına ayırmış olduğum geçen yazımda da belirttiğim gibi, geçen tiyatro mevsiminin birbirinden heyecan verici yerli yapımlarını ele almaya başlıyorum.

Erdoğan MİTRANİ Sanat
26 Haziran 2019 Çarşamba
Geçen mevsimin en iyi oyunları - II Hakikat Elbet Bir GünBu yazının konusu geçen sezonun bana göre en iyi altı oyunu. Bence yılın en iyisi, yıllardır karşılaştığım en güzel ve de sahnelenmesi en zor metinlerden birinin, ‘Hakikat, Elbet Bir Gün’ adlı oyunun D22 tarafından olağanüstü sahnelenmesiydi. Ekim 2017’de tiyatroya verilen Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü, oybirliği ile, “Artık sıradanlaşmış gerçekleri sıra dışı bir gerçekçilikle ve sanatsal bir biçemde sunduğu” gerekçesiyle Berkay Ateş’in yazdığı ‘Hakikat, Elbet Bir Gün’ adlı oyuna verildiğinde metni okumuş olsaydım, böylesine zorlu bir metnin sahneye bu derece rahatlıkla uyum sağlayacağını hayal bile edemezdim. Yazar-yönetmen-oyuncu Berkay Ateş’in tiyatroya yaklaşım tarzını, metniyle nasıl bütünleştiğini bilen biri olarak bu başarıya, DOT ekolünden gelen Serkan Salihoğlu’nun etkileyici yönetmenliği kadar, Berkay’ın da büyük katkısı olduğu kanaatindeyim. Berkay Ateş, Emir Çubukçu, Can Kulan, Gizem Erdem ve Seda Türkmen’den oluşan ‘rüya takımı’, oyunu asık suratlı bir ciddiyetle değil, uçuk kaçık bir yaklaşımla, şarkılarla, maskelerle, danslarla, bütün karakterleri değişe değişe canlandırarak seyircinin nefesini kesercesine soluk soluğa götürüyorlar. Berkay’ın duygu yüklü “prenses balığı” monoloğunu, Can’ın postacısını, Emir’in kirli sakalına rağmen, taktığı peruk ve topuklularla değil, gözlerindeki hüzünle var ettiği o müthiş inandırıcı anneyi, Gizem’le Seda’nın çarpıcı anlatıları ve birlikte çıktıkları reklam arası unutulur gibi değil. İzledikçe okuma arzusu da uyandıran, sadece düzyazı olarak değil, şiirselliğiyle de çok etkileyici, nefis bir edebi metin, olağanüstü bir sahneleme, müthiş bir ekip! Hakikat, Elbet Bir Gün, hem dinlemek hem seyretmek için birkaç kez izlenme arzusu uyandırıyor. Kaçıranlar ve tekrar seyretmek isteyenler için gelecek sezonda da devam edecek. Krek Tiyatro, Berkun Oya’nın yazıp yönettiği, sahne ve kostüm tasarımını yaptığı ‘Dünyada Karşılaşmış Gibi’ oyunuyla sahnelerimize döndü. Hem de ne dönüş!! Oya, sıradan bir gece boyunca karakolda geçen iki perdelik oyununu sinema ve tiyatromuzun en önemli oyuncularından oluşan bir ekiple, sırt sırta dayadığı iki mekânda, karakolun ortak mahalliyle, arada bir kapıyla geçilen sorgu odasında, hem zaman olarak sahneliyor. Tabii her iki mekânın önünde birer cam duvar var ve oyun kulaklıkla izleniyor. Aynı zamanda iki farklı odada geçen oyun, her iki mekânda senkronize birer tek perde olarak iki kez oynanıyor. Bir blokta oturan seyirciler perde arasında diğer bloka geçerek diğer odada olanları izliyorlar. Berkun Oya öyle sağlam bir metin yazmış ki, izlenme sırası hiç önemli değil ve ancak iki taraf da izlendiğinde her şey yerli yerine oturuyor. Susmayan, susamayan, dilini bir türlü tutamadığından zaten yemiş olduğu dayak kotasını daha da arttırmaya yatkın, ancak söylediklerinin tutarlılığı da yadsınamaz ‘torbacı2 olarak Öner Erkan’ın, aslında birkaç yıl önce ‘Babamın Cesetleri’ ile fazlasıyla hak etmiş olduğu En iyi Erkek Oyuncu Ödülünü bu kez nihayet kazanmasına özel olarak sevindiğimi de belirteyim. 1968 Lübnan doğumlu, sayısız ödül ve unvan sahibi, oyunları dünyanın önemli tiyatrolarında sahnelenen tiyatro yazarı, oyuncu, yönetmen Wajdi Mouawad, 1997’de yazmış olduğu ‘Littoral’ adlı oyunu yeniden kurgulayarak, dört ana elementi simgeleyen Le Sang des Promesses / Vaatlerin Kanı adlı dörtlemenin başına getirmiş. Bu teatral quartetin birinci bölümü ‘Littoral’, sezon boyunca Moda Sahnesi’nde, ‘Kıyı’ adıyla sahnelendi. Yaşamı ve neredeyse bütün oyunları, göçebelikten, kimlik arayışından, kültürel yabancılaşmadan izler taşıyan Mouawad’ın gülünçle dramatiği benzersiz bir dengede tutan, baba oğul ilişkisini, belleği, yası, ölümle yaşamın anlamını derinlemesine irdeleyen, fiilen ölümle dans eden çok katmalı metni olağanüstü. Kemal Aydoğan’ın güldürüde trajediye ulaşan olağanüstü sahnelemesinde, çok ciddi konuları, çarpıcı ve etkileyici olayları bile keskin bir mizah duygusuyla dengeleyen Mouawad sanki ruh ikizini bulmuş. Ara dahil üç saate yaklaşan oyunu, müthiş tempolu bir sahnelemeyle soluk soluğa izleten Aydoğan’ın en büyük desteği, oyunun bütün yükünü taşıyan, ana karakter Wilfried’i, Mouawad onun için yazmışçasına canlandıran olağanüstü Onur Ünsal. Oyuncularının kendi müziklerini yapıp kendi şarkılarını söylediği dört dörtlük takım oyunculuğu da çok başarılıydı. Birkaç yıldır izlediğim en iyi oyunlardan biriydi. John Ajvide Lindqvist’in yaşıtlarınca ezilen ve horlanan 12 yaşında bir erkek çocuğu ile çok özel bir kız çocuğun dostluk ve sevgi öyküsü olan ilk romanından uyarladığı, İsveçli sinemacı Tomas Alfredson’un yönettiği, hem eleştirmenlerin hem izleyicilerin büyük beğenisini kazanan, ‘Låt den rätte komma in / Bırak İçeri Gireyim’ (2008), türünün en iyi filmlerinden kabul ediliyor. İngiliz oyun yazarı Jack Thorne’un (d.1978) romandan ve filmden yola çıkarak tiyatroya aktardığı metin, ‘Bırak İçeri Gireyim’ adıyla, sanat yönetimini ve kostüm tasarımını üstlenen Tomris Kuzu ile Oblique Land’ı tasarlayan Alper Derinboğaz’ın yarattığı, Cem Yılmazer ve Kerem Duran’ın müthiş ışık tasarımı ile bütünleşerek bir Alacakaranlık Kuşağı tekinsizliği yaratan görkemli mekânda, Murat Daltaban yönetmenliğinde bir Zorlu PSM & DOT ortak çalışması olarak sahnelendi. Oğuz Kaplangı’nın müziklerinin canlı olarak icrasının, tedirginlik ve huzursuzluk duygusunu daha da arttırdığı oyunda, Tan Temel ve Oğuz Kaplangı’nın koreografisi ve hareket düzeniyle, karakterlerini canlandırırken bedenlerinin tüm olanaklarını kullanarak çubuklardan oluşan dekora uçarcasına tırmanan ya da eğik düzlem üzerinde düzlükteymiş gibi devinen ekip, akrobasinin sınırında bir oyun çıkarıyordu. İki gencecik başoyuncusu, ergenlikle yeniyetmelik arasında bocalayan, yaşıtlarının canavarca zorbalığının karşıtı olarak, kan arzusuyla kıvranan canavarın içindeki insanlığı ve sevgi potansiyelini keşfeden Oskar’ın adım adım olgunlaşmasını büyük başarıyla aktaran Atakan Akarsu ile, hem tüm bedeniyle, kimi zaman dört ayak üzerinde avına saldıran yırtıcı bir canavarı, hem de hiç büyüyememiş sevecen bir çocuğu aynı inandırıcılıkla canlandıran Begüm Akkaya çok iyiler. Kült olmuş, çok beğenilmiş bir filmden böyle nefes kesici bir oyun yaratabilmek için Murat Daltaban gibi bir tiyatro dehası olmak gerek. Tiyatrokare, 27. yılına Nedim Saban’ın iki yıldır üzerinde çalıştığı bir prodüksiyonla, Asperger sendromlu başkişisinin algı dünyasını, görsel tasarımını Tufan Dağtekin’in gerçekleştirdiği, fonda yarım daire oluşturan 80 metrekarelik LED ekran gurubu üzerindeki üç boyutlu animasyonlarla veren ‘Süper iyi Günler’ ile girdi. Oyunculuk ve koreografiyi üç boyutlu animasyonlar eşliğinde teknolojiyle harmanlayarak benzersiz bir görsellik ve derinlik katan, bu sahneleme görselliği fazlasıyla aşan, önemli bir tiyatro olayı. Nedim Saban, Simon Stephens’ın oyununu dilimize aktarırken metni İngilizceden Türkçeye değil, İngilizceden, Türkçe bilen bir Asperger sendromlunun diline çevirmek gibi müthiş zor bir işin altından başarıyla kalkmış. Parlak sahnelemesi, ana karakterlerin doğal oyunculuklarıyla, tüm yan kişilikleri canlandıran koronun, performatif ve koreografik yorumunun karşı karşıya getirerek, az olaylı çok konuşmalı metne müthiş bir devinim ve hareketlilik sağlamış. Toplu oyunculuk çok başarılı ama, ara dahil iki buçuk saat süren oyunun su gibi akmasını sağlayan en önemli etken, oyun boyunca hiç sahneden çıkmayan Emir Özden’in nefes kesici yorumu. Hem Tiyatrokare’nin 27 yıllık yolculuğunun en başarılı son durağını gözlemlemek, hem de tiyatro yolculuğunda çok önemli işler başaracak henüz 22 yaşında bir genç oyuncuyu kariyerinin başlarında keşfetmek için, mutlaka, belki de birkaç kez izlenecek bir oyun. Sinemadan tiyatroya bir diğer ilginç ötesi uyarlama da, topluluğun kurucularından Genel Sanat Yönetmeni Kayhan Berkin’in uyarladığı ve yönettiği, Versus Tiyatro yapımı ‘Dogville’ oldu. Sahnelemede, Lars von Trier’in öyküsü, daha tempolu bir anlatım temin etmek amacıyla kimi yerde kısaltılarak aynen kullanılmış. Asıl amacı Amerika’nın bilinçaltındaki pisliği su yüzüne çıkarmak olan Trier, eline fırsat geçen bir Amerikalının bu fırsatı nasıl acımasızca ve bencilce değerlendirdiğini neredeyse alegorik bir mesel olarak anlatmakta ve öyküsünü Amerikan usulü bir intikam hikâyesi olarak bitirmekteydi. Mekân ve şahıs isimlerini aynen korusa da Berkin, olayın ABD boyutunu göreceli olarak geri plana çekip, insanî tarafını öne çıkarıyor. Böylece Dogville halkının fırsatçılığı, elimize geçse bizim de kullanmamızın mümkün olabileceği, çok daha evrensel ve tabii ki çok daha utanç verici bir boyut kazanıyor, Dogville’deki ‘iyi insanların dünyası’ ile kanun dışındaki ‘kötü insanların dünyası’nı birbirinin zıttı olarak değil, birbirinin aynası olarak görüyor. Trier’in deneysel çalışması, teatral öğeler kullanarak, sinemasal görselliği en aza indirgeyen, aykırı ama yine de sinema olan bir çalışmaydı. Kayhan ise, teatral biçeme, canlı video ve kısa film gibi sinemasal öğeler de katarak, farklı, aykırı ama yine de salt tiyatro olan bir iş çıkarıyordu. Haftaya bir başka “en iyiler” yazısında buluşmak üzere…Bu yazının konusu geçen sezonun bana göre en iyi altı oyunu. Bence yılın en iyisi, yıllardır karşılaştığım en güzel ve de sahnelenmesi en zor metinlerden birinin, ‘Hakikat, Elbet Bir Gün’ adlı oyunun D22 tarafından olağanüstü sahnelenmesiydi. Ekim 2017’de tiyatroya verilen Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü, oybirliği ile, “Artık sıradanlaşmış gerçekleri sıra dışı bir gerçekçilikle ve sanatsal bir biçemde sunduğu” gerekçesiyle Berkay Ateş’in yazdığı ‘Hakikat, Elbet Bir Gün’ adlı oyuna verildiğinde metni okumuş olsaydım, böylesine zorlu bir metnin sahneye bu derece rahatlıkla uyum sağlayacağını hayal bile edemezdim. Yazar-yönetmen-oyuncu Berkay Ateş’in tiyatroya yaklaşım tarzını, metniyle nasıl bütünleştiğini bilen biri olarak bu başarıya, DOT ekolünden gelen Serkan Salihoğlu’nun etkileyici yönetmenliği kadar, Berkay’ın da büyük katkısı olduğu kanaatindeyim. Berkay Ateş, Emir Çubukçu, Can Kulan, Gizem Erdem ve Seda Türkmen’den oluşan ‘rüya takımı’, oyunu asık suratlı bir ciddiyetle değil, uçuk kaçık bir yaklaşımla, şarkılarla, maskelerle, danslarla, bütün karakterleri değişe değişe canlandırarak seyircinin nefesini kesercesine soluk soluğa götürüyorlar. Berkay’ın duygu yüklü “prenses balığı” monoloğunu, Can’ın postacısını, Emir’in kirli sakalına rağmen, taktığı peruk ve topuklularla değil, gözlerindeki hüzünle var ettiği o müthiş inandırıcı anneyi, Gizem’le Seda’nın çarpıcı anlatıları ve birlikte çıktıkları reklam arası unutulur gibi değil. İzledikçe okuma arzusu da uyandıran, sadece düzyazı olarak değil, şiirselliğiyle de çok etkileyici, nefis bir edebi metin, olağanüstü bir sahneleme, müthiş bir ekip! Hakikat, Elbet Bir Gün, hem dinlemek hem seyretmek için birkaç kez izlenme arzusu uyandırıyor. Kaçıranlar ve tekrar seyretmek isteyenler için gelecek sezonda da devam edecek. Krek Tiyatro, Berkun Oya’nın yazıp yönettiği, sahne ve kostüm tasarımını yaptığı ‘Dünyada Karşılaşmış Gibi’ oyunuyla sahnelerimize döndü. Hem de ne dönüş!! Oya, sıradan bir gece boyunca karakolda geçen iki perdelik oyununu sinema ve tiyatromuzun en önemli oyuncularından oluşan bir ekiple, sırt sırta dayadığı iki mekânda, karakolun ortak mahalliyle, arada bir kapıyla geçilen sorgu odasında, hem zaman olarak sahneliyor. Tabii her iki mekânın önünde birer cam duvar var ve oyun kulaklıkla izleniyor. Aynı zamanda iki farklı odada geçen oyun, her iki mekânda senkronize birer tek perde olarak iki kez oynanıyor. Bir blokta oturan seyirciler perde arasında diğer bloka geçerek diğer odada olanları izliyorlar. Berkun Oya öyle sağlam bir metin yazmış ki, izlenme sırası hiç önemli değil ve ancak iki taraf da izlendiğinde her şey yerli yerine oturuyor. Susmayan, susamayan, dilini bir türlü tutamadığından zaten yemiş olduğu dayak kotasını daha da arttırmaya yatkın, ancak söylediklerinin tutarlılığı da yadsınamaz ‘torbacı2 olarak Öner Erkan’ın, aslında birkaç yıl önce ‘Babamın Cesetleri’ ile fazlasıyla hak etmiş olduğu En iyi Erkek Oyuncu Ödülünü bu kez nihayet kazanmasına özel olarak sevindiğimi de belirteyim. 1968 Lübnan doğumlu, sayısız ödül ve unvan sahibi, oyunları dünyanın önemli tiyatrolarında sahnelenen tiyatro yazarı, oyuncu, yönetmen Wajdi Mouawad, 1997’de yazmış olduğu ‘Littoral’ adlı oyunu yeniden kurgulayarak, dört ana elementi simgeleyen Le Sang des Promesses / Vaatlerin Kanı adlı dörtlemenin başına getirmiş. Bu teatral quartetin birinci bölümü ‘Littoral’, sezon boyunca Moda Sahnesi’nde, ‘Kıyı’ adıyla sahnelendi. Yaşamı ve neredeyse bütün oyunları, göçebelikten, kimlik arayışından, kültürel yabancılaşmadan izler taşıyan Mouawad’ın gülünçle dramatiği benzersiz bir dengede tutan, baba oğul ilişkisini, belleği, yası, ölümle yaşamın anlamını derinlemesine irdeleyen, fiilen ölümle dans eden çok katmalı metni olağanüstü. Kemal Aydoğan’ın güldürüde trajediye ulaşan olağanüstü sahnelemesinde, çok ciddi konuları, çarpıcı ve etkileyici olayları bile keskin bir mizah duygusuyla dengeleyen Mouawad sanki ruh ikizini bulmuş. Ara dahil üç saate yaklaşan oyunu, müthiş tempolu bir sahnelemeyle soluk soluğa izleten Aydoğan’ın en büyük desteği, oyunun bütün yükünü taşıyan, ana karakter Wilfried’i, Mouawad onun için yazmışçasına canlandıran olağanüstü Onur Ünsal. Oyuncularının kendi müziklerini yapıp kendi şarkılarını söylediği dört dörtlük takım oyunculuğu da çok başarılıydı. Birkaç yıldır izlediğim en iyi oyunlardan biriydi. John Ajvide Lindqvist’in yaşıtlarınca ezilen ve horlanan 12 yaşında bir erkek çocuğu ile çok özel bir kız çocuğun dostluk ve sevgi öyküsü olan ilk romanından uyarladığı, İsveçli sinemacı Tomas Alfredson’un yönettiği, hem eleştirmenlerin hem izleyicilerin büyük beğenisini kazanan, ‘Låt den rätte komma in / Bırak İçeri Gireyim’ (2008), türünün en iyi filmlerinden kabul ediliyor. İngiliz oyun yazarı Jack Thorne’un (d.1978) romandan ve filmden yola çıkarak tiyatroya aktardığı metin, ‘Bırak İçeri Gireyim’ adıyla, sanat yönetimini ve kostüm tasarımını üstlenen Tomris Kuzu ile Oblique Land’ı tasarlayan Alper Derinboğaz’ın yarattığı, Cem Yılmazer ve Kerem Duran’ın müthiş ışık tasarımı ile bütünleşerek bir Alacakaranlık Kuşağı tekinsizliği yaratan görkemli mekânda, Murat Daltaban yönetmenliğinde bir Zorlu PSM & DOT ortak çalışması olarak sahnelendi. Oğuz Kaplangı’nın müziklerinin canlı olarak icrasının, tedirginlik ve huzursuzluk duygusunu daha da arttırdığı oyunda, Tan Temel ve Oğuz Kaplangı’nın koreografisi ve hareket düzeniyle, karakterlerini canlandırırken bedenlerinin tüm olanaklarını kullanarak çubuklardan oluşan dekora uçarcasına tırmanan ya da eğik düzlem üzerinde düzlükteymiş gibi devinen ekip, akrobasinin sınırında bir oyun çıkarıyordu. İki gencecik başoyuncusu, ergenlikle yeniyetmelik arasında bocalayan, yaşıtlarının canavarca zorbalığının karşıtı olarak, kan arzusuyla kıvranan canavarın içindeki insanlığı ve sevgi potansiyelini keşfeden Oskar’ın adım adım olgunlaşmasını büyük başarıyla aktaran Atakan Akarsu ile, hem tüm bedeniyle, kimi zaman dört ayak üzerinde avına saldıran yırtıcı bir canavarı, hem de hiç büyüyememiş sevecen bir çocuğu aynı inandırıcılıkla canlandıran Begüm Akkaya çok iyiler. Kült olmuş, çok beğenilmiş bir filmden böyle nefes kesici bir oyun yaratabilmek için Murat Daltaban gibi bir tiyatro dehası olmak gerek. Tiyatrokare, 27. yılına Nedim Saban’ın iki yıldır üzerinde çalıştığı bir prodüksiyonla, Asperger sendromlu başkişisinin algı dünyasını, görsel tasarımını Tufan Dağtekin’in gerçekleştirdiği, fonda yarım daire oluşturan 80 metrekarelik LED ekran gurubu üzerindeki üç boyutlu animasyonlarla veren ‘Süper iyi Günler’ ile girdi. Oyunculuk ve koreografiyi üç boyutlu animasyonlar eşliğinde teknolojiyle harmanlayarak benzersiz bir görsellik ve derinlik katan, bu sahneleme görselliği fazlasıyla aşan, önemli bir tiyatro olayı. Nedim Saban, Simon Stephens’ın oyununu dilimize aktarırken metni İngilizceden Türkçeye değil, İngilizceden, Türkçe bilen bir Asperger sendromlunun diline çevirmek gibi müthiş zor bir işin altından başarıyla kalkmış. Parlak sahnelemesi, ana karakterlerin doğal oyunculuklarıyla, tüm yan kişilikleri canlandıran koronun, performatif ve koreografik yorumunun karşı karşıya getirerek, az olaylı çok konuşmalı metne müthiş bir devinim ve hareketlilik sağlamış. Toplu oyunculuk çok başarılı ama, ara dahil iki buçuk saat süren oyunun su gibi akmasını sağlayan en önemli etken, oyun boyunca hiç sahneden çıkmayan Emir Özden’in nefes kesici yorumu. Hem Tiyatrokare’nin 27 yıllık yolculuğunun en başarılı son durağını gözlemlemek, hem de tiyatro yolculuğunda çok önemli işler başaracak henüz 22 yaşında bir genç oyuncuyu kariyerinin başlarında keşfetmek için, mutlaka, belki de birkaç kez izlenecek bir oyun. Sinemadan tiyatroya bir diğer ilginç ötesi uyarlama da, topluluğun kurucularından Genel Sanat Yönetmeni Kayhan Berkin’in uyarladığı ve yönettiği, Versus Tiyatro yapımı ‘Dogville’ oldu. Sahnelemede, Lars von Trier’in öyküsü, daha tempolu bir anlatım temin etmek amacıyla kimi yerde kısaltılarak aynen kullanılmış. Asıl amacı Amerika’nın bilinçaltındaki pisliği su yüzüne çıkarmak olan Trier, eline fırsat geçen bir Amerikalının bu fırsatı nasıl acımasızca ve bencilce değerlendirdiğini neredeyse alegorik bir mesel olarak anlatmakta ve öyküsünü Amerikan usulü bir intikam hikâyesi olarak bitirmekteydi. Mekân ve şahıs isimlerini aynen korusa da Berkin, olayın ABD boyutunu göreceli olarak geri plana çekip, insanî tarafını öne çıkarıyor. Böylece Dogville halkının fırsatçılığı, elimize geçse bizim de kullanmamızın mümkün olabileceği, çok daha evrensel ve tabii ki çok daha utanç verici bir boyut kazanıyor, Dogville’deki ‘iyi insanların dünyası’ ile kanun dışındaki ‘kötü insanların dünyası’nı birbirinin zıttı olarak değil, birbirinin aynası olarak görüyor. Trier’in deneysel çalışması, teatral öğeler kullanarak, sinemasal görselliği en aza indirgeyen, aykırı ama yine de sinema olan bir çalışmaydı. Kayhan ise, teatral biçeme, canlı video ve kısa film gibi sinemasal öğeler de katarak, farklı, aykırı ama yine de salt tiyatro olan bir iş çıkarıyordu. Haftaya bir başka “en iyiler” yazısında buluşmak üzere…

Bu yazının konusu geçen sezonun bana göre en iyi altı oyunu.

Bence yılın en iyisi, yıllardır karşılaştığım en güzel ve de sahnelenmesi en zor metinlerden birinin, ‘Hakikat, Elbet Bir Gün’ adlı oyunun D22 tarafından olağanüstü sahnelenmesiydi.

Ekim 2017’de tiyatroya verilen Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü, oybirliği ile, “Artık sıradanlaşmış gerçekleri sıra dışı bir gerçekçilikle ve sanatsal bir biçemde sunduğu” gerekçesiyle Berkay Ateş’in yazdığı Hakikat, Elbet Bir Gün’ adlı oyuna verildiğinde metni okumuş olsaydım, böylesine zorlu bir metnin sahneye bu derece rahatlıkla uyum sağlayacağını hayal bile edemezdim. Yazar-yönetmen-oyuncu Berkay Ateş’in tiyatroya yaklaşım tarzını, metniyle nasıl bütünleştiğini bilen biri olarak bu başarıya, DOT ekolünden gelen Serkan Salihoğlu’nun etkileyici yönetmenliği kadar, Berkay’ın da büyük katkısı olduğu kanaatindeyim

Berkay Ateş, Emir Çubukçu, Can Kulan, Gizem Erdem ve Seda Türkmen’den oluşan ‘rüya takımı’, oyunu asık suratlı bir ciddiyetle değil, uçuk kaçık bir yaklaşımla, şarkılarla, maskelerle, danslarla, bütün karakterleri değişe değişe canlandırarak seyircinin nefesini kesercesine soluk soluğa götürüyorlar. Berkay’ın duygu yüklü “prenses balığı” monoloğunu, Can’ın postacısını, Emir’in kirli sakalına rağmen, taktığı peruk ve topuklularla değil, gözlerindeki hüzünle var ettiği o müthiş inandırıcı anneyi, Gizem’le Seda’nın çarpıcı anlatıları ve birlikte çıktıkları reklam arası unutulur gibi değil. İzledikçe okuma arzusu da uyandıran, sadece düzyazı olarak değil, şiirselliğiyle de çok etkileyici, nefis bir edebi metin, olağanüstü bir sahneleme, müthiş bir ekip! Hakikat, Elbet Bir Gün,  hem dinlemek hem seyretmek için birkaç kez izlenme arzusu uyandırıyor. Kaçıranlar ve tekrar seyretmek isteyenler için gelecek sezonda da devam edecek.

Krek Tiyatro, Berkun Oya’nın yazıp yönettiği, sahne ve kostüm tasarımını yaptığı ‘Dünyada Karşılaşmış Gibi’ oyunuyla sahnelerimize döndü. Hem de ne dönüş!!

Oya, sıradan bir gece boyunca karakolda geçen iki perdelik oyununu sinema ve tiyatromuzun en önemli oyuncularından oluşan bir ekiple, sırt sırta dayadığı iki mekânda, karakolun ortak mahalliyle, arada bir kapıyla geçilen sorgu odasında, hem zaman olarak sahneliyor. Tabii her iki mekânın önünde birer cam duvar var ve oyun kulaklıkla izleniyor. Aynı zamanda iki farklı odada geçen oyun, her iki mekânda senkronize birer tek perde olarak iki kez oynanıyor. Bir blokta oturan seyirciler perde arasında diğer bloka geçerek diğer odada olanları izliyorlar. Berkun Oya öyle sağlam bir metin yazmış ki, izlenme sırası hiç önemli değil ve ancak iki taraf da izlendiğinde her şey yerli yerine oturuyor.

Susmayan, susamayan, dilini bir türlü tutamadığından zaten yemiş olduğu dayak kotasını daha da arttırmaya yatkın, ancak söylediklerinin tutarlılığı da yadsınamaz ‘torbacı2 olarak Öner Erkan’ın, aslında birkaç yıl önce ‘Babamın Cesetleri’ ile fazlasıyla hak etmiş olduğu En iyi Erkek Oyuncu Ödülünü bu kez nihayet kazanmasına özel olarak sevindiğimi de belirteyim.

1968 Lübnan doğumlu, sayısız ödül ve unvan sahibi, oyunları dünyanın önemli tiyatrolarında sahnelenen tiyatro yazarı, oyuncu, yönetmen Wajdi Mouawad, 1997’de yazmış olduğu ‘Littoral’ adlı oyunu yeniden kurgulayarak, dört ana elementi simgeleyen Le Sang des Promesses  / Vaatlerin Kanı adlı dörtlemenin başına getirmiş. Bu teatral quartetin birinci bölümü ‘Littoral’, sezon boyunca Moda Sahnesi’nde, ‘Kıyı’ adıyla sahnelendi.

Yaşamı ve neredeyse bütün oyunları, göçebelikten, kimlik arayışından, kültürel yabancılaşmadan izler taşıyan Mouawad’ın gülünçle dramatiği benzersiz bir dengede tutan,   

baba oğul ilişkisini, belleği, yası, ölümle yaşamın anlamını derinlemesine irdeleyen, fiilen ölümle dans eden çok katmalı metni olağanüstü. Kemal Aydoğan’ın güldürüde trajediye ulaşan olağanüstü sahnelemesinde, çok ciddi konuları, çarpıcı ve etkileyici olayları bile keskin bir mizah duygusuyla dengeleyen Mouawad sanki ruh ikizini bulmuş. Ara dahil üç saate yaklaşan oyunu, müthiş tempolu bir sahnelemeyle soluk soluğa izleten Aydoğan’ın en büyük desteği, oyunun bütün yükünü taşıyan, ana karakter Wilfried’i, Mouawad onun için yazmışçasına canlandıran olağanüstü Onur Ünsal. Oyuncularının kendi müziklerini yapıp kendi şarkılarını söylediği dört dörtlük takım oyunculuğu da çok başarılıydı. Birkaç yıldır izlediğim en iyi oyunlardan biriydi.

John Ajvide Lindqvist’in yaşıtlarınca ezilen ve horlanan 12 yaşında bir erkek çocuğu ile çok özel bir kız çocuğun dostluk ve sevgi öyküsü olan ilk romanından uyarladığı, İsveçli sinemacı Tomas Alfredson’un yönettiği, hem eleştirmenlerin hem izleyicilerin büyük beğenisini kazanan, ‘Låt den rätte komma in / Bırak İçeri Gireyim’ (2008), türünün en iyi filmlerinden kabul ediliyor.

İngiliz oyun yazarı Jack Thorne’un (d.1978) romandan ve filmden yola çıkarak tiyatroya aktardığı metin, ‘Bırak İçeri Gireyim’ adıyla, sanat yönetimini ve kostüm tasarımını üstlenen Tomris Kuzu ile Oblique Land’ı tasarlayan Alper Derinboğaz’ın yarattığı, Cem Yılmazer ve Kerem Duran’ın müthiş ışık tasarımı ile bütünleşerek bir Alacakaranlık Kuşağı tekinsizliği yaratan görkemli mekânda, Murat Daltaban yönetmenliğinde bir Zorlu PSM & DOT ortak çalışması olarak sahnelendi.

Oğuz Kaplangı’nın müziklerinin canlı olarak icrasının, tedirginlik ve huzursuzluk duygusunu daha da arttırdığı oyunda, Tan Temel ve Oğuz Kaplangı’nın koreografisi ve hareket düzeniyle, karakterlerini canlandırırken bedenlerinin tüm olanaklarını kullanarak çubuklardan oluşan dekora uçarcasına tırmanan ya da eğik düzlem üzerinde düzlükteymiş gibi devinen ekip, akrobasinin sınırında bir oyun çıkarıyordu. İki gencecik başoyuncusu, ergenlikle yeniyetmelik arasında bocalayan, yaşıtlarının canavarca zorbalığının karşıtı olarak, kan arzusuyla kıvranan canavarın içindeki insanlığı ve sevgi potansiyelini keşfeden Oskar’ın adım adım olgunlaşmasını büyük başarıyla aktaran Atakan Akarsu ile, hem tüm bedeniyle, kimi zaman dört ayak üzerinde avına saldıran yırtıcı bir canavarı, hem de hiç büyüyememiş sevecen bir çocuğu aynı inandırıcılıkla canlandıran Begüm Akkaya çok iyiler.

Kült olmuş, çok beğenilmiş bir filmden böyle nefes kesici bir oyun yaratabilmek için Murat Daltaban gibi bir tiyatro dehası olmak gerek.

 

Tiyatrokare, 27. yılına Nedim Saban’ın iki yıldır üzerinde çalıştığı bir prodüksiyonla, Asperger sendromlu başkişisinin algı dünyasını, görsel tasarımını Tufan Dağtekin’in gerçekleştirdiği, fonda yarım daire oluşturan 80 metrekarelik LED ekran gurubu üzerindeki üç boyutlu animasyonlarla veren ‘Süper iyi Günler’ ile girdi. Oyunculuk ve koreografiyi üç boyutlu animasyonlar eşliğinde teknolojiyle harmanlayarak benzersiz bir görsellik ve derinlik katan, bu sahneleme görselliği fazlasıyla aşan, önemli bir tiyatro olayı.

Nedim Saban, Simon Stephens’ın oyununu dilimize aktarırken metni İngilizceden Türkçeye değil, İngilizceden, Türkçe bilen bir Asperger sendromlunun diline çevirmek gibi müthiş zor bir işin altından başarıyla kalkmış. Parlak sahnelemesi, ana karakterlerin doğal oyunculuklarıyla, tüm yan kişilikleri canlandıran koronun, performatif ve koreografik yorumunun karşı karşıya getirerek, az olaylı çok konuşmalı metne müthiş bir devinim ve hareketlilik sağlamış. Toplu oyunculuk çok başarılı ama, ara dahil iki buçuk saat süren oyunun su gibi akmasını sağlayan en önemli etken, oyun boyunca hiç sahneden çıkmayan Emir Özden’in nefes kesici yorumu.

Hem Tiyatrokare’nin 27 yıllık yolculuğunun en başarılı son durağını gözlemlemek, hem de tiyatro yolculuğunda çok önemli işler başaracak henüz 22 yaşında bir genç oyuncuyu kariyerinin başlarında keşfetmek için, mutlaka, belki de birkaç kez izlenecek bir oyun.

Sinemadan tiyatroya bir diğer ilginç ötesi uyarlama da, topluluğun kurucularından Genel Sanat Yönetmeni Kayhan Berkin’in uyarladığı ve yönettiği, Versus Tiyatro yapımı ‘Dogville’ oldu.

Sahnelemede, Lars von Trier’in öyküsü, daha tempolu bir anlatım temin etmek amacıyla kimi yerde kısaltılarak aynen kullanılmış. Asıl amacı Amerika’nın bilinçaltındaki pisliği su yüzüne çıkarmak olan Trier, eline fırsat geçen bir Amerikalının bu fırsatı nasıl acımasızca ve bencilce değerlendirdiğini neredeyse alegorik bir mesel olarak anlatmakta ve öyküsünü Amerikan usulü bir intikam hikâyesi olarak bitirmekteydi. Mekân ve şahıs isimlerini aynen korusa da Berkin, olayın ABD boyutunu göreceli olarak geri plana çekip, insanî tarafını öne çıkarıyor. Böylece Dogville halkının fırsatçılığı, elimize geçse bizim de kullanmamızın mümkün olabileceği, çok daha evrensel ve tabii ki çok daha utanç verici bir boyut kazanıyor, Dogville’deki ‘iyi insanların dünyası’ ile kanun dışındaki ‘kötü insanların dünyası’nı birbirinin zıttı olarak değil, birbirinin aynası olarak görüyor.

Trier’in deneysel çalışması, teatral öğeler kullanarak, sinemasal görselliği en aza indirgeyen, aykırı ama yine de sinema olan bir çalışmaydı. Kayhan ise, teatral biçeme, canlı video ve kısa film gibi sinemasal öğeler de katarak, farklı, aykırı ama yine de salt tiyatro olan bir iş çıkarıyordu.

Haftaya bir başka “en iyiler” yazısında buluşmak üzere…

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün