“Ceviz Ağacı’nı Yazdıktan Sonra Depresyona Girdim

‘Ceviz Ağacı’ İnkılâp Kitabevi tarafından yayımlandı.

Zehra ÇENGİL Yaşam
18 Aralık 2018 Salı

Yazdığı tarih temalı romanlarıyla dünya çapında bir ün kazanan Solmaz Kamuran’ın 20. yüzyıl başında Edirne’de Hıristiyan, Yahudi ve Müslüman kökenli üç farklı ailenin mutluluklarını ve hüzünlerini yıllanmış bir ağacın tanıklığında anlattığı kitabı ‘Ceviz Ağacı’ İnkılâp Kitabevi tarafından yayımlandı.

Çocukluğundan beri bünyesinde kendisinin bu kadar hissederek yazmasına sebep olan  ‘duyarlılık’ özelliğini taşıyan Kamuran, aynı zamanda tehciri, Trakya Olayları, Varlık Vergisi, askeri darbeler ve bunların bedellerine de değinerek okuyucunun geçmişle yüzleşmesini sağlıyor.

Kamuran, kitabı yazarken hissettiği yoğunluğun kendisini duygusal olarak çok hırpaladığını anlatırken de “Ceviz Ağacı beni tahmin ettiğimden daha çok etkiledi. Çok duygulandım, çok bağlandım o insanlara ben. Hepsini ben yazıyorum ama hepsinde de biraz ben varım. Sanki herkesi tanıyordum. Tüm karakterleri birden yazınca duygusal olarak hırpalandım. Kitap bittikten sonra depresyona girdim. Kitap bitti ama o yoğunluk içimden çıkmadı. Hayatım boşalıverdi gibi oldu” ifadelerini kullanıyor.

 

Ceviz Ağacı’nın yüreğime dokunmasının çok önemli bir sebebi var. Annesi Mazalto Fortune Saranga, Yahudi kökenli olan babaannem Suzan Yasemen’in bana anlattığı hikâyelerde İstanbul’a gelişleri tam da 1934 Trakya Olayları dönemine denk geliyor. Babaannem o zaman beş yaşında ve İstanbul’da maddi açıdan zor günler geçiren dayısı Yehoshua çocuklarını da alıp İsrail’e gidiyor. 48’den beri bir daha hiç birbirlerinden haber almıyorlar. Babaannemin ve yaşarken annesinin kalbinde çok büyük bir yara açtığını bugün dinlediklerimden anlıyorum. Bu kitabı hangi duygularla yazdınız?

Anneannem Rusçuk’lu, kitaplarım da hep Bulgaristan’da yayınlandı. Bulgaristan’a gittim, Rusçuk’u gördüm. Her yaz anneannemin yanına giderdik bir ay. Kaleiçi’nde oturuyorlardı. Orası bir Yahudi mahallesi biliyorsunuz. Oraya her gittiğimde hep çok etkileniyordum. Yahudilerin yarattığı bir canlılık vardı. Okuyan bir çocuktum, tarihe meraklıydım. Azınlıklarla ilgili bilgiler dikkatimi çekerdi. Anneannemin evini de çok severdim, sonra bunu hikâye olarak yazdım. Sanırım on sene oldu. Almancaya çevrildi. Frankfurt Kitap Fuarında okumuştum.  Yazarken “Bunu genişletmem lazım, roman olabilir” diye düşünüyordum. Zihnimde daima vardı. Sonra birikti, birikti ve bu kitabı yazdım.

 

Her şeyi bırakıp arkalarına bakmadan binlerce diğeriyle birlikte yola düşenlere, yalnızlığa terk edilen evlere bir ağıt gibi mi?

Ev kişiden kişiye geçiyor ama her ne kadar eşyanı da alıp gitsen bir şey bırakıyorsun geride. Bazen bir kitap alırsın içinden mektup çıkar, bir masanın ayağında bir yazı vardır. Çok etkilenirim öyle şeylerden. Bu insanlar bir de eşyasını almadan kaçıp gidiyor ya da kovuluyor. Evler önemli; romanda da onu vurguladım. O evi almak için gelmiyor ki romanın kahramanı. Mülkiyet duygusuyla alakası yok gelişinin, kendi geçmişini aramak bu. Kendini tanımak, ailesini tanımak... Bireysellik iyi bir şey ama insan da bir ıssız ada değil ki. Kendine bir kimlik arıyor. Garo’nunkisi çok daha acıklı. Hiç bir şeyi olmayan bir insan. Ne kadar korkunç değil mi? Böyle insanlar çok.

 

Kitabınızın hazırlık süreci ne kadar zaman aldı?

Bu bir taslaktı; 10 yıl evvel yazılmıştı. Çocukluktan beri o evi yazmak istiyordum. Yazdığım hikâye bana kısa geldi, tatmin etmedi. Hiç çıkmadı aklımdan, başka şeyler yazdım, yaptım ama o hikâye hep orada duruyordu. Anlatılacak çok şey vardı ve ben hepsini anlatmak istiyordum. Yazarken de çok farklı duygular yaşadığım bir kitap oldu. Çok bağlandım o insanlara ben. Sanki bir kitap yazmadım da, zihnimde bir film oynadı. Beni de etkiledi yazarken, tahmin ettiğimden daha çok. Çok duygulandım. Hepsini ben yazıyorum ama hepsinde de biraz ben varım. Sanki herkesi tanıyordum. Tüm karakterleri birden yazınca duygusal olarak hırpalandım. Kitap bittikten sonra depresyona girdim. Kitap bitti ama o yoğunluk içimden çıkmadı. Hayatım boşalıverdi gibi oldu.

 

İNSAN BİR ANDA ‘HİÇ’E DÜŞEBİLİR

Eserinizde Arto, Garo, Arşaluys, Madam Ester, Rozet, Nur ve değerli Saliha Hanım’ı buluşturuyorsunuz? Bu karakterlerinin tek birinin zorunlu göçüne odaklanmaktansa, hepsinin çektiği acılara değinmenizin özel bir sebebi var mıydı?

Evet, çünkü bu sadece başkasının başına gelebilecek bir şey değil. Bir anda hiçe düşebilir insan. Bugün Suriye’den gelenler mesela... Üç ay sonra döneceğim diye geliyorlar, bilmem kaç sene kalıyorlar. Kolay mı bu? Bütün her şeyinden, köklerinden vazgeçmek. Kiralık evden başka yere taşındığında insanlar tuhaf oluyor. Kim bilir ne duygularla gittiler? Can korkusu olduğu için gidiyorlar. Hep şunu da vermeye çalıştım. O zorunlu göçlerle giderken bir mal kalıyor geride ve birileri alıyor o malları. Her gidenin bir şeyi yağma ediliyor. Çok acı olaylar bunlar.

 

‘Bazılarının felaketi, başka bazılarının nimeti olabiliyor’ mu gerçekten, yoksa o hatıralar, zamanın ve mekânın ruhu hep insanların peşinden gelir mi?

Otelde bir bavulla yaşamıyorsun, orada bir birikimin var. Tarlan, bağın, bahçen, oturduğun evin var... Onların hepsini bırakmak zorunda kalıyorsun. Ne oluyor onlar? İnsanlar birdenbire komşusunun evine konuyor. Benim içime antikacılar bile dokunur. Bazı eşyalar kimindi, ne oldu, neden elden çıkarıldı diye düşünürüm. Çöpün yanında kitapları görsem içime dokunur.

 

Ceviz Ağacı’nın baş karakterlerinden Saliha Hanım’ın en yakın dostu Yakut Hanım yıllarca Ermeni olduğunu saklıyor. İnsanların kimliklerini saklamak zorunda bırakılmaları bir birey olarak size nasıl hissettiriyor?

Bunları fark ettiğimde yaşım küçüktü. Nedenini bir türlü anlayamıyordum ama saçma olduğunu biliyordum. Bende zenofobi yoktur. Nefret ederim öyle şeylerden. Yakın çevremde de kimliğini saklayan insanlar vardı. Çocukluktan beri bende bir empati duygusu mevcuttu. Kendimi o insanın yerine koyup, o insan gibi üzülebiliyordum. Duygusal bir derinliğe sahiptim. Belki yetişme biçimi, belki tabiatım öyle. En dayanamadığım şey haksızlık, bunlara tahammül edemem. Başıma o kadar korkunç şeyler gelse, belki ben de saklardım. Çocuklarımı korumak için...

 

“İnsan insanın zehrini alır” demişsiniz kitapta. Sizin de sızlayan bir yaranız var mıydı? Yazmak bunu dindirdi mi?

Yazmanın terapi uygulayan bir yönü olduğunu söylerler. Bazen de yazarken canın daha çok yanıyor. Çünkü yazınca sadece bu konuya konsantre oluyorsun. Sen artık bir katip değilsin, o duyguların hepsini taşıyorsun ve o zaman bütün o yaralar sende oluyor. Bütün o yaralar insanın içini deşiyor. Hepsini bu kadar hissederek yazınca benim de canım yandı. Neden böyle konulara girdi diyerek bana kızanlar olabilir ama bunlarla yüzleşmeden olmaz. Hepsinin üzerini örtelim, her şeyin üstünü kapatalım, bu kabul edilemez. Romanlarda biz insanları anlatıyoruz. Saliha Hanım’ı hangi tarih kitabı anlatır?

 

Garo’yu büyükbabasının yaşadığı evi araştırmak için Paris’ten Edirne’ye yola çıkaran o duygu nedir? Kökleri bir gün insanı mutlaka kendine doğru çekiyor mu?

Çekiyor hatta özellikle bilmiyorsan... Evde rahat rahat konuşuluyorsa, büyüklerinin fotoğrafları varsa belki farkında bile değilsindir. Bir arayışın olmaz. Bilinmezlik varsa “Ben kimim acaba?” diye merak edersin. Garo hiçbir şey bilmiyor sadece annesinin çok mutlu olduğu çocukluk dönemine dair anlattığı şeyler var. Babası da bir hayal gibi gelmiş geçmiş... Onu tam da bu yüzden tarih hocası yaptım. Tarihi öğrenmeye çalışmak, ona bir şekilde kendi tarihine giden yolu açıyor.

 

BEN KENDİ ‘CEVİZ AĞACI’MA SAHİP ÇIKAMADIM

 

Siz kendi hayatınızda, kendi ‘Ceviz Ağacı’nıza yeterince sahip çıktınız mı?

Hayır çıkamadım. Zaten bana fırsat kalmadı. Benden öncekiler o ceviz ağaçlarını kökten kesip atmışlardı. Değerlere sahip çıkmak açısından diyorum. O kadar hızlı bir değişimin içinde geçiyor ki zaman... Her şey değişiyor. Geçmişle bir bağın kalmıyor. Geçmişle kalmadığı gibi yeni kuşakla da kalmıyor. Toplum bilinciyle olur bunlar, böyle şeylere bir kişiyle sahip çıkılmıyor.

 

Geçmişi olmayan gelecekle bağ kurabilir mi? Yoksa o bağ her zaman eksik mi kalır?

Kuramaz tabii, çünkü bu bir özümsemedir. İnsanın da bireysel tarihi var. Tarihi bilmeden geleceğe bir yatırım yapman mümkün olmaz, hesabın uymaz. Yani yanlış yaparsın. Kendi kişisel tarihimizi bilmemiz ve onunla yüzleşmemiz lazım. Yüzleşirsek başkalarının kusurlarına karşı da daha hoşgörülü olabiliriz. Önce kendi kusurlarımızın farkına varmalıyız. Hipokrasi yani ikiyüzlülükten kurtulmak lazım. Yapamayan istediği kadar geçmişi süslesin, fayda etmez.

                                                                                                                   

KİRAZE’Yİ STEVEN SPIELBERG’İN OKUMASI BÜYÜK BİR GURUR!

Özellikle Kiraze kitabınızın, bir film projesi olması da gündeme gelmiş. Herhangi bir kitabınız filme çevrilecek olsa, hangisini beyazperdede görmek istersiniz?

Kiraze’yi arzu ederdim ama çok büyük bir prodüksiyondu. Çok masraflı, tarihi filmlerde bu nokta çok zor. Mesela Ceviz Ağacı olabilir; Banka, Çanakkale Rüzgarı da belki. Kiraze için değişik kanallardan teklifler geldi ama ben hiçbirini kabul etmedim. Yurtdışında Spielberg’e kadar gittiğini biliyorum ve okudular da kitabı. Beni temsil eden insanlar devreye girdi ve kitabın İngilizcesi yollandı. Çok uğraştılar ama dönem filmi şu sıralar yapmıyoruz dediler. Oraya kadar gitmiş olması, DreamWorks’te okunmuş olması benim açımdan gurur. Ceviz Ağacı’nı Ferzan Özpetek gibi duygusal derinlikli filmler yapan biri çekse ne kadar sevinirim. Anlayacağını düşünüyorum bu romanı.

 

Kitabın arka kapağının son cümlesi, aşk her şeyi yener mi ve yarım kalanları tamamlar mı?

Aslında kitapların sonunda daima okuyucuya bir şey vermek isterim. Ne kadar acıklı olursa olsun hep ümit bırakmayı tercih ederim. Bunu teknik olarak yapmıyorum. İçimde böyle. Umudu kaybedersek katlanamayız ki hayata... Bizi hep daha ileriye götüren bu değil mi? Ümit... Umudu olmayan insan ölüdür. Gerçek bir aşkın her şeyi yenmesi icap etmez mi? Aşkın gerçek olup olmadığı da zorluklarla ortaya çıkar. Her şey yolundayken belli olmaz.

 

 

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün