Shakespeare, antisemitizm, İngiltere ve Türkiye

İvo MOLİNAS Köşe Yazısı
8 Ağustos 2018 Çarşamba

Edebiyat tarihinin belki de en tartışmalı eseri Shakespeare’in ‘Venedik Taciri’ olsa gerek.

Günümüzde çekiciliğini hiç kaybetmeyen Yahudi düşmanlığı üzerine hem okuyucuyu hem eleştirmenleri ikiye bölmüş bir eser olarak edebiyat/tiyatro tarihine damgasını çok özel vurmuş bir eserdir.

16. yüzyılda Venedik’te kurulan, tarihin ilk Yahudi gettosundan karakterler yaratılarak yazılmış olan eser, ‘Yahudi tefeci’yi odağına alarak dönemin antisemitizmini çok çarpıcı bir üslup ve içerikle verir. Shakespeare, aynı yüzyılda İngiltere’de yaşanılan antisemitizmden esinlenerek yazdığı eserde Shylock’u hem antisemitlere hak verecek bir karakter perspektifinden verir, hem de bir Yahudi’nin ‘kötülüğünün’ derin analizini yaparak tarihi açıdan onca mağduriyete uğramış Yahudilere hak verecek bir algı yaratmayı da hedefler.

Sonuçta ‘Venedik Taciri’ kimilerine göre antisemit bir eser olarak görülür. Kimilerine göre ise adı konmamış bir antisemitizm eleştirisidir. Shakespeare iyinin ve kötünün diyalektiğini, kurban ve zalim karakterlerinin her an karşıtına geçiş yapan bir ilişkiye sahip olduğunu anlatmak ister muhtemelen.

Shylock’un, imzalanmış anlaşmaya uygun olarak, borcunu ödemeyen Venedikli tacirin vücudundan yarım kilo et kesilmesi talebi ile ilgili davada, mahkemede yaptığı savunmadaki tiradı aslında her şeyi anlatmakta:

“… Beni aşağıladı. Zararlarımla alay etti. Halkımı hor gördü. Dostlarımı benden soğuttu, düşmanlarımı bana karşı kışkırttı. Neden yaptı bütün bunları dersiniz? Ben Yahudi’yim de ondan!...

…Yahudi’nin gözleri yok mu? Yahudi’nin elleri, duyuları, sevgileri, arzuları yok mu? Onun karnı da aynı yemekle doymuyor mu? Ya aynı silahlardan o acı duymuyor mu? Aynı hastalıklara o da tutulmuyor mu? Aynı ilaçlardan o iyilik bulmuyor mu? Bir Hristiyan kadar aynı kışın soğuğu, aynı yazın sıcağı ona dokunmuyor mu? Bizi gıdıklarsanız gülmez miyiz acaba? Bizi yaralarsanız akmıyor mu kanımız? Bizi zehirlerseniz çıkmıyor mu canımız?

Ya siz bize haksızlık ederseniz biz hıncımızı almaz mıyız? Bütün öteki şeylerde size benziyorsak bunda da elbet benzeriz ya... Sizin bana öğrettiğiniz alçaklıkları ben de size uygulayacağım.”

↔↔↔

16. yüzyıldan 21. yüzyıla geliyoruz. İngiltere’de değişen pek bir şey yok gibi.

Bu kez İngiltere’nin ikinci büyük siyasi partisi İşçi Partisi’nin antisemitizmini konuşuyoruz.

Shakespeare’in Londra’da tanık olduğu antisemitizm bu kez, tam beş yüz yıl sonra, kodları gereği ‘hümanist’ olması gereken ‘sol’dan geliyor.

İşçi Partisi Başkanı Jeremy Corbyn geçmişindeki açık antisemit söylemlerinden vazgeçtiğini iddia etse dahi, gerek parti içinden yükselen kimi ırkçı sesler, gerekse de İsrail- Filistin meselesinde kendisinin ve partisinin aldığı konumun İsrail eleştirisi sınırlarını bir hayli aşıp antisemit sularda yüzmeye başladığı iddiaları karşısında zor günler geçiriyor.

İngiltere Yahudi Toplumu’na hitap eden üç gazetenin geçtiğimiz hafta çok büyük puntolarla aynı başlığı – “Birlikte Ayaktayız” –  atıp, İşçi Partisi’nin iktidara gelmesi durumunda İngiltere’de Yahudi hayatının ve varlığının tehdit altına gireceğini iddia etmesi ülkeyi ayağa kaldırdı.

II. Dünya Savaşı’ndaki Holokost felaketinin ardından Avrupa’da suskunluğa giren antisemitizmin, bildik nedenler ve koşullar yüzünden tekrar boy gösteriyor olması, gereken derslerin alınmadığı taktirde tarihin tekerrür ettiğini gösteriyor son tahlilde.

Popülist sağın gelişmesi ile birlikte Avrupa’da artan ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve antisemitizmin şimdi de köklü ve tarihi bir anglosakson ‘sol’ partide arz-ı endam etmesi, antisemitizmin tarihten, toplumlardan ve ideolojilerden bağımsız bir ırkçılık türü olduğunu tekrar hatırlatıyor kimi balık hafızalı ve naif kafalara. Ekonomik sıkıntılar ve gelecek kaygısından muzdarip yığınlar faturayı sürekli birilerine kesmek zorundalar. 16. yüzyılda böyleydi, kimi nüanslarla 21. yüzyılda da böyle.

Jeremy Corbyn’in, kendisinden sonra kimi parti üyelerinin de çizmeyi aştıklarını anlayınca savunmaya geçmesi ve özür müessesesine başvurması güven vermiyor, zira insan artık söz duymak değil eylem görmek istiyor.

Geçtiğimiz cuma günü Corbyn’in Guardian Gazetesinde çıkan, “Antisemitleri partiden atacağım, benim için konuşmuyorlar” başlıklı yazısı aslında tarihi bir dönemeç olabilir ancak, antisemitizmle mücadelenin sözle değil somut eylemle yapılabileceğini hatırlatmakta fayda var.

Corbyn yazısında, kendisinin aslında ne kadar çok kültürlülük temeli üzerine hayatını kurduğunu ve hiç bir şekilde antisemitlerle ortak noktasının olmadığını iddia ederken, partideki antisemit vakaları incelemekte yavaş kaldıklarını, bunu hızlandıracaklarını, ayrıca parti içinde antisemitizm ile ilgili eğitim programlarına başlamayı düşündüklerini belirtiyor.

Şöyle yazmış Corbyn:

“Sorunu inkâr etmek çözüme yaramıyor. Bu tür görüşlere sahip olanların İşçi Partisi’nde yeri yok ve olmayacak. Az sayıda olabilirler ama bir tane bile yeteri kadar ‘çok’tur. Antisemit zehri akıtanlar bilsinler ki, benden değilsiniz ve benim için konuşmuyorsunuz ve bizim hareketin içinde yeriniz yok!”

Zaman gösterecek pek tabii ki.

↔↔↔

Hrant Dink Vakfı’nın düzenli olarak yayınladığı, ulusal ve yerel basında nefret söylemi raporunun sonuncusu, nefret söyleminin basında, bırakın hız kesmeyi, aksine dört nala koştuğunu gösteriyor. Nefret söylemine maruz kalan dinsel/etnik gruplarda Yahudiler bu kez birinciliği Ermenilere devrederek ikinci olmuşlar.

Aralarında çok ciddi ırkçı söylemlerin olduğu yazıların mevcudiyeti karşısında hukukun harekete geçeceğine inanmak istiyoruz.

Umut, yoksulun ekmeği…