Medeniyetlerin beşiği GAZiANTEP - URFA

Yurtiçi turlarına ağırlık verme kararı aldıktan sonra, ilk rotamız Karadeniz yaylaları olmuştu. Hayranlıkla Karadeniz sahillerini gezdikten sonra, rotamızı Güneydoğu Anadolu’ya çevirdik. Üyesi olduğum Gezginler Kulübü, Gaziantep – Urfa gezisini programa koyunca, hiç tereddütsüz isimlerimizi yazdırdık.

Cako TARAGANO Seyahat
1 Ağustos 2018 Çarşamba

Bizleri heyecanlandıran gün geldiğinde Sabiha Gökçen Havaalanından sabahın ilk saatlerinde Gaziantep’e uçtuk. Yerel rehberimiz çıkışta bizleri bekliyordu. Transfer ve çevre gezilerini yapacak otobüse yöneldik. İlk durağımız Zeugma Müzesi oldu.

Geziye başlar başlamaz ilk şoku yaşadık; hayal etmediğimiz büyüklükte ve güzellikte bir müze ile karşılaştık. Güneydoğu Anadolu’nun en meşhur mozaik müzesini gezerken, hayranlığımız ve heyecanımız giderek artıyordu. Rehberimizin yerel oluşu, bölgeyi ve müzedeki eserleri aktarırken, daha coşkulu ve keyifli sunmasını sağlıyordu. İkinci şok Zeugma Müzesinin sembolü, ‘Çingene Kız’ portresi önünde yaşandı. Diğer tüm mozaik görsellerinin yanında Paris’teki Mona Lisa resmi büyüklüğünde mozaikten bir resimle karşılaşınca, pazarlamanın ne kadar güçlü bir şey olduğuna bir kez daha karar verdik. Ancak müzenin büyüklüğü, eserlerin sunum tarzı, ışıklandırılması bizleri müthiş etkiledi. Tur sonrası müzedeki hediyelik eşya mağazasındadan birkaç hatıra eşyası alıp, müzenin ferah avlusundaki kafesinde yorgunluk kahvelerimizi içtik.

Öğlen olduğundan müzeden yürüyerek Gaziantep’in meşhur kebapçılarından olan Kebapçı Halil Usta’ya gittik. Şehrin arka sokaklarında, tamircilerin içinde, salaş bir dükkan. Ama kimler kimler Halil Usta’nın meşhur kebaplarından yememiş. Duvarda hepsi ile yerken çekilmiş fotoğrafları asılıydı. Bizleri kapıda karşılayan Halil Usta’nın yanına gittim. Kaşerut yüzünden “Ustam, ben ve eşim et yemeyiz, bize ne ikram edeceksin?” deyince “Kapıda otur çay iç” dedi. Gülüştük, “Buralara kadar gelmişsiniz, sizi aç mı göndereceğiz” dedi, “Otur bakalım, bakarız bir şeyler.” Soğuk sunulan ayran aşı çorbasından içtik. Ana malzemesi yoğurt, buğday, nohut karışımının üstüne serpilen nane ile içiliyor. Sonra Arap salatasından yedik. Çoban salata, gavur dağı gibi bir salata; çok ince kıyılmış domates, biber, soğan, sarmısak, maydanoz, üstüne serpilen kuru nane, limon ve nar ekşisi sosu ile tatlandırılmış ferahlatıcı bir salata. Daha sonra hellim peyniri tarzı közlenmiş yöresel peynirler ile yine közlenmiş patlıcan, domates ve biberleri süsleyerek sundu sağ olsun Halil Usta. Finalde ise havuç dilimi baklavası muhteşemdi. Hesap ödemek ne yediğimizi söylediğimizde Halil Usta, “Ne parası yahu, et mi yedinki? İkramımız olsun” demez mi? Çıkarken okuldan dağılan çocukların kapıda kuyruk oluşturduğunu gördük. Bir de baktık ki Halil Usta onlara birer tadımlık lahmacun dağıtıyor. Meğer her cuma bunu yaparmış. “Helal Halil Usta” dedik, tüm gezginler birlikte fotoğraflar çektirdik. “Paranın ne önemi var dostlar!” dedi, “Mühim olan insanların, özellikle çocukların mutluluğu.” Midemiz ve gözümüz doyarken gönlümüzü de doyurdu Halil Usta.

Bekleyen otobüsümüz ile şehir merkezine vardık. Rehberimiz alışveriş ve çevre gezisi için bizleri serbest bıraktı. Bazıları Antep Kalesine gitmeyi tercih ederken, biz yol üstünde Mutfak Müzesi ile Tarihi Hamam Müzesini ziyaret ettik.   

Yörenin mutfak spesyaliteleri ile, mutfak gereçlerinin sergilendiği küçük ama sevimli bir müzeydi. Biraz baharatlarından satın aldık. Hamam Müzesini gezerken çok heyecanlandık. Klasik Türk hamamı tarzı, göbek taşlı, kurnalı özel odalardan oluşan bölümleri gezerken çok yakın bir tarihe kadar burada yaşayan Yahudilerin Tevila ihtiyaçlarını gidermek için hamamın içindeki mikveyi görünce çok heyecanlandık.

Buradan yürüyerek Gaziantep’in ünlü baklavacısı İmam Çağdaş baklava salonuna gittik. Ufak bir karışık baklava kutusu yaptırıp, buluşma noktasındaki çay bahçesinde yörenin meşhur Menengiç kahvesini yudumlarken baklavaların tadımını yaptık. Tek kelime ile her biri ayrı lezzette ve müthişti.

 

ANTEP’TEN URFA’YA

Hareket saatimiz geldiğinde Urfa’ya doğru yola çıktık. Yol üstünde Halfeti’de durup tekne turu yaptık. Halfeti, Birecik Barajı yapımı esnasında sular altında kalan Urfa’nın bir ilçesi. Eskiden burada yetişen karagülleri ile meşhur bir yerleşimken, baraj yapımı esnasında sular altında kalınca adeta gizemli bir saklı kent havasına bürünmüş. Anlatmak mümkün değil; kelimeler kifayetsiz kalır, görmek lazım. Tekne ile gezerken evlerin, caminin yarısının sular altında yarısının su üstündeki görüntüsü müthiş. Tur boyunca teknede çalan Urfa türküleri ile kah hüzünlendik, kah halay çektik.

Sonrasında Urfa’da kalacağımız El Ruha Oteline geldik. El Ruha, Urfa’nın antik ismiymiş. Dış görünüşü çok otantik, adeta bir kale görüntüsünde. İç mimarisi ve odaları ise modern. Akşam yemeğimizi otelin restoranında yedikten sonra otelin hemen arkasındaki Balıklı Göl’e gittik. Gece görüntüsü çok ihtişamlı bir yer. Çevresini gezip açık havadaki çay bahçelerinden birine oturup biraz sohbetle geceyi sonlandırdık.                                     

Ertesi sabah havanın erken aydınlanmasından mıdır, Peygamberler şehrinin kutsallığından mıdır, havanın tertemiz oksijeninden midir, erken uyandık. Buluşma saatine daha vaktimiz olduğundan, eşimle birlikte bu kez gündüz gözü ile Balıklı Göl ve etrafını görmek için yürüyüşe çıktık. Yörenin gündüz de ilginç bir mistik havası vardı.

  Antep Çarşısı

Kültür kenti HARRAN

Yoğun ve tempolu bir gün bizi bekliyordu. İlk hedef Urfa’dan 47 kilometre mesafede yer alan, Emeviler zamanında ilk İslam üniversitesinin kurulduğu Harran idi. Bir tepeden o zamanlar kurulan üniversite kopleksini seyrettik. Bazı duvarlar, kemerler, cami minaresi, hâlâ ayakta. Kompleksin içinde yer alan dükkanların birinde yapılan kazıda 300 adet parfüm şişesi bulunmuş. Anlayacağınız her adımda hayretler içinde kaldığımız bir yer oldu bu bölge.

Daha sonra Harran’ın 250 yıllık mimari eserleri olan, yapımında, toprak, saman, gülyağı ve yumurta akı kullanılan, yazları serin kışları ise sıcak tutan, konik yapılı evleri görmeye gittik. Birkaç yıl evvel İtalya’nın Bari kentinde Alberobello’ya gittiğimizde mimarisine hayran kaldığımız bu konik yapıların orjinalini burada görünce küçük dilimizi yutacaktık neredeyse. Makinemizin deklanşörüne ardı ardına basıyor, evleri ve yerel kıyafetli halkı fotoğraflıyorduk.                      

Buradan Hazreti Musa’nın kayınpederi Hazreti Şuayip’in yaşadığı Şuayip Antik kentinde bulunan mağaraya verdık. Masal alemine dalmıştık adeta…                     

Bir sonraki hedefimiz Şuayip Antik Kentinden 10 dakika mesafedeki Soğmatar Antik Kenti oldu: MS 2. yüzyılda Roma döneminde Harranlıların Ay, Güneş ve gezegen tanrıları için ayrılan kült merkezi. Burada Güneş tanrısı (Şemeş) ile Ay Tanrısına (Sin) tapınılan Pognon Mağarasını gezdik. Hatırı sayılır bir tepeye nefes nefese tırmanıp, Merkür - Venüs - Mars gibi gezegenlerin isimlerini verdikleri tepeleri buradan izleyip, dönemin dini inançları hakkında bilgiler aldık. Yaşanan kuraklıklar yüzünden yağmur sularını biriktirmek için hazırlanan yağmur çukurlarını gördük. Tırmanırken bize eşlik eden çocuklardan, tepenin yamacına kurulmuş iki okul hakkında bilgi aldık. Kah anlatıyorlar, kah aralarında koşturmaca oynuyorlar, bazen de bizlere Urfa türküleri çığırıyorlardı. Saf ve sevecen çocuklar bizleri duygulandırdı. İstanbul onlar için ütopya, adeta bir erişilmez hayal.

Yağmurlu Köyünün korucusunun evindeki verandada, yerdeki halıların üzerinde oturup, önceden hazırlanan öğle yemeği paketlerimizi yerken köy korucusu ve muhtarından yöre hakkında bilgiler aldık. Müthiş bir coğrafyada farklı bir kültüre şahit oluyorduk. Yemek sonrası korucunun ikram ettiği çayları içtikten sonra, Urfa’nın son zamanlarda moda olan,  dünyanın ilk tapınağının inşa edildiği Göbeklitepe’ye direksiyonu kırdık. 12 bin yıl önce inşa edilmiş tapınak, tesadüf eseri bir köylünün toprağı kazarken bulduğu bir tablet yüzünden ortaya çıkmış.           

      Göbeklitepe

Şimdiye kadar duyduğum, öğrendiğim, bildiğim, tüm mistik ve dini bilgileri sorguladığım, kafamın karıştığı, tam bir ‘ezber bozan’ Göbeklitepe. Bu karmaşık duygu ve düşüncelerle otelimizin yolunu tuttuk. Akşama programda, yıllardır merak ettiğim ve katılmak istediğim sıra gecesi vardı. Otelde biraz dinlendikten sonra, gecenin yapılacağı Cevahir Han Restaurantına gittik. Rehberimiz mekana giderken sıra gecesini anlattı.

Genellikle kış gecelerinde, birbirine yakın yaş grubundaki gençlerin veya orta yaşlardaki arkadaş gruplarının, haftada bir gece, her hafta farklı birinin evinde olmak üzere, belirli bir niteliğe ve düzene göre ‘sıra’ ile yaptıkları toplantılara Şanlıurfa’da ‘sıra gecesi’ deniyor. Kısaca sıra gecesi bir arkadaş grubunun, haftada bir, bir araya geldikleri toplantılar. Bu toplantılarda yemekler yenir, memleket meseleleri, ekonomik durumlar konuşulurmuş. Müzik eşliğinde birkaç saat eğlenilen, uzun havalarla hüzünlenilen, oyun havaları ile dans edilen, insanların sosyalleştiği, yöreye has toplantılarmış. İşte böyle bir geceyi temsili olarak yaşamak için yaklaşık 500 kişilik Cevahir Han’a geldik. Girer girmez harika bir gece geçireceğimiz otantik yer sofraları ve dekorasyondan belliydi. Gerçekten de öyle oldu. Yemekler, servis, müzik, dekor, bizi bizden aldı.

Yemek demişken biraz erken gittiğimizden, doğru mutfağa girdim. Şeften, menü ve yörenin mutfağı hakkında bilgiler aldım. Gecede sunulan menü şöyleydi: Lebeni çorbası (Süzme yoğurt, kırık pirinç, nohut ile yapılan üstüne nane serpilerek sunulan, soğuk içilen bir başlangıç yemeği), kremalı düğün çorbası (İçinde kuzu eti bulunan, krema ve un ile terbiye edilen, sıcak servis edilirken üstüne kırmızı pul biber-isot konulan bir çorba), içli köfte, fındık lahmacun, karışık kebap ve gecenin sonunda adeta bir şov gibi herkesin önünde hazırlanarak dağıtılan çiğ köfte. Finalde ise şıllık tatlısı. Krep hamuruna sarılan ceviz ve üstüne dökülen şerbetle tatlandırılan yöreye özgü bu tatlıyı Mırra kahvesi ile ikram ettiler. Mırra, aslında Arap coğrafyasında sıklıkla tüketilen bir kahvedir. Onu, diğer kahvelerden ayıran en büyük özelliği ise oldukça acı olmasıdır. Kelime anlamıyla da Mırra, Arapça ‘mur’dan yani acıdan geliyor. Bu kadar acı bir kahve tabii ki fincanlarda bir, en fazla iki, yudumluk servis edilir.

Pazar sabahı kahvaltı sonrası turun ilk durağı Balıklı Göl idi. Kral Nemrut ile İbrahim Peygamber’in bilinen hikayesini gölün başında rehberimiz detaylı bir şekilde anlattı. Göl çevresi ile Hazreti İbrahim’in doğduğu mağarayı ziyaret ettik.

Sonrasında bizleri hayrete düşüren bir başka mekan, Urfa Arkeoloji Müzesine gittik. Bir kez daha hiç tahmin etmediğimiz güzellikte ve boyutta bir müze ile karşılaştık. Yörenin arkeolojik kazılarında çıkarılan mozaikler ile Göbeklitepe’den getirilip sergilenen eserler mükemmeldi. Buradan şehir merkezindeki çarşıya geldik. Kapalı çarşı ile bakırcıları gezdik. Baharatçılarından İsot ve biber salçası aldık. Gümrük Han’ı ziyaret edip çayımızı avlusundaki ağaçlar altında içip dinlendik.

Çarşıda en çok dikkatimi çeken yer pide ve lavaş fırını oldu. Kebapçılar sadece ocakta kebap pişiriyorlar, fırınları yok. Pide, lavaş gibi ihtiyaçlarını sürekli üretim halindeki bu fırından aldırıyorlar. Aldıkları adet yazılıp, akşam lokantacılar tarafından hesap görülüp ödeniyormuş. Zaman zaman da yöre halkı tepsilerde yemeklerini yollayıp ücret karşılığı fırında pişiriyormuş.

Hava harika, rehber ve aktardığı tarih bilgileri mükemmel, coğrafya deseniz insanın aklını başından alıyor cinstendi. Bir turda başka ne isterki insan. Gecikmiş de olsak, yurdumuzun güzel bir yöresi ile tanışmanın keyfi ile bizi İstanbul’a götürecek uçağa binmek için Gaziantep’e doğru yol çıktık.

Bir Tutkudur Seyahat...