Siz gerçekten hiç nakavt edildiniz mi?

Bahar FEYZAN Köşe Yazısı
11 Temmuz 2018 Çarşamba

Bu yazıya “Nasılsın ey okuyucu” diye sorarak başlamayı çok düşündüm. Tabii kendimi de tam olarak tahlil edebilseydim! “İyiyim çok şükür, çoluk çocuk hepsi ellerinden öper” diyen o içten telefon konuşmalarında olduğu zamanlarda yaşasaydık, hatta samimiyet; “Başlarım böyle dünyaya” deyip keşke Mars’a taşınmaya ve kendi kolonisini kurmaya karar vermeseydi! O zaman ben de inanarak sorardım. Olmadı.

Eminim son zamanlarda sizin de etrafınızda nasıl olduğunuzu gerçekten merak eden, samimiyetle bilmek isteyen kişi sayısı azalmıştır. Zaten çoğumuz çoğunlukla aman üzerime kalmasın korkusuyla hiç soramıyor. Yine de kızmayın kimseye. Bu ara kimse, nasıl olduğunu zaten kendine de soramıyor. Kendisi bile kendi üzerine kalır diye endişelenen insanların açtığı başka bir çağın tam kucağındayız. O vesile nakavt yumruğunu suratımıza sallayan şaşkın da, aynanın karşısına geçtiğinde gördüğün zat oluyor. O çehreye bakıp da gözünü kaçırdığını inkâr edemezsin. Dişlerini fırçalarken bile ya aklındakilerle kol kola girmişsin ya da bir yerlerden işittiğin televizyon sesiyle meşgulsün. Zaten günün geri kalanında başlayan hayat tempon, trafik, sorunlar, durumlar derken akşam oldu. Sonra her gün olduğu gibi yatana kadar artık ritüel haline gelen belli başlı alışkanlıkların dünyasında soluklanıyorsun. Dün, bugün yarın birbirine karışmış gibi zaman senin için rakamlardan ibaret sayılıyor. Sen de zaten hayat dediğin nedir ki deyip başka başka hayatlara dalıyorsun. Fakat Instagram’a bakınca ülkede mutluluğun topraktan yetiştiğini sanabiliyor insan. Herkes sosyal medya filtresiyle rengârenk nerdeyse en çiçekli en desenlisinden örtünmüş. Kafalarımızı çıkarmaya da hiç niyetimiz yok. Böyle bir devrin yazarı yazanı olmak da zor. Aslında hikâye çok ama örtünün altına girmekle çıkmak arasına takılıyor çoğu. Çizgiler derin, köşelerin sert vurduğu acil taraflar aranıyor.  

Okuyanlar bilir, Sabahattin Ali’nin yıllar sonra nedense aniden çok satılmaya başlanan ‘Kürk Mantolu Madonna’ romanın bir yerinde, iş arayan hikâye anlatıcısı bir süre sonra mesleğini hatta daha ötesinde zamana karşı direndikçe kendini aradığını fark eder. Muhtemelen de bulamaz. Birçokları gibi başka hikâyelerde kaybolur. O sebeple sanki daha önemli gördüğü Raif Efendi’nin hikâyesini anlatmaya başlar bize. Hayat, cesaret sıkıntısı çeken kafası karışık bir delikanlıdan, nakavt edilmiş hasta bir ihtiyar adam yaratmıştır. Madonna ise kürkü ile ortada kalmış, hikâyede kendini kurtaran olmamıştır. Muallak bir sonun düşünmeye sevk ettiği bazı soru işaretleri ise yazarın üslubunca hepimize, siz de Raif Efendi’siniz deme şeklidir. 

Zamanında alınmayan kararlar ve gösterilemeyen cesaretli eylemsizlikler sonucunda çığ gibi büyüyen iç sesin, sonunda yumruğu tepeden indirmesiyle nakavt edilerek bitirdiği hayatların kutsal kitabı sayılır, Kürk Mantolu Madonna. O yüzden bir süredir çok okunmakta ve kimse nedenini anlayamasa da karşısında duramadığı durumun hiç değilse sonunu izlemekle yetinmekle kalmaktadır.

Yine de iyimserliğini koruyan ben, hiç kimsenin son nefesine kadar nakavt edilmiş sayıldığına inanmıyorum. Lakin hayat, “Artık seninle işim bitti” dediğinde içinizde kalmış uhdeler size oradan el sallıyorsa, en hakiki yumruğu yiyerek nakavt edilmek üzere olduğunuzu söylemek isterim.

Bu yazıyı yazmama sebep olan gelişmeler ülkede artık sıradan halde yaşanıyor. Bir kesimin yenilmiş hissedip ülkenin girdiği değişimden paylarına umutsuzluk düştüğünü görmemek mümkün değil. Ama insanın ülkesi vatanı değil yaşadığı hayatıdır. Vasatın zirve yaptığı yere de ülke değil bazen metre kare olarak bakılır.