Baba

"Mutluluk" tarihi araştırılması gereken bir hale mi gelmişti? Ne sıklıkta "çok mutluyum" diyordu insan acaba?

İrving BARUH Yaşam
18 Haziran 2018 Pazartesi

Gece saat 12 olmuştu. Evde herkes uyumuştu. O da çok yorgundu. Uyumak istiyordu ama yatarsa uyuyamayacağını biliyordu. Bilgisayarının başına oturdu. Dün gece de az uyumuştu, bir önceki gece de. Yoğun stres ve endişeli düşüncelerin verdiği yorgunluk ile hangi akşam rahat bir uyku uyuyabiliyordu ki? Ayrıca her gece farklı bir macera bekliyordu onu. İki küçük kızı her gece uyanıyordu. Bu gecede uyanacaklardı kesin. Stresine, huzursuzluğuna biraz olsun ara verebilmek için müzik dinlemeye karar verdi. Gecenin sessizliği içinde gürültü yapıp çocukları şimdiden uyandırmamak için kulaklığı başına taktı ve Spotify'ın kendisi için oluşturduğu haftalık müzik listesinden birini seçip başlat tuşuna bastı.

Piyanoya mandolinin eşlik ettiği güzel bir şarkıydı bu. Şarkının sözleri yoktu. Dinledikçe hüzünlendi. Ama kapatamıyordu şarkıyı. Musluk açılmış ve hüzün akmaya başlamıştı içine. Şarkı kendisine bir şeyler anlatmak istiyordu sanki. Hissettiklerini kelimelerle şekillendiremiyordu. İçinden ağlamak geldi.

İçinde hep anlamlandıramadığı bir boşluk hissediyordu. Senelerdir huzurlu hissetmiyordu kendisini. Dün akşam uzun zamandır görmediği bir lise arkadaşı ile ettiği sohbet geldi aklına. "History of Hapiness" dedi, kendi kendine. Arkadaşı, yıllardır yaptığı işi artık yorulduğu için bir çırpıda bırakmış ve daha huzurlu hissedeceğini düşündüğü bir işe girişmişti. Bir tekstil markası yaratmış, markanın ismini "History of Hapiness" koymuştu. Bu isimden çok etkilendi. Gerçekten, bu iki kelime yan yana nasıl gelmişti? "Mutluluk" tarihi araştırılması gereken bir hale mi gelmişti? Ne sıklıkta "çok mutluyum" diyordu acaba? Düşününce, mutsuz bir insan olmadığına karar verdi. Tüm huzursuzluğuna rağmen çok güzel bir ailesi vardı. Hayatı boyunca ona hiçbir şeyin yaşatmadığı mutluluğu yaşatan iki küçük kızı vardı. Onları düşününce her zaman olduğu gibi korku sardı içini. Yine kalbine ufacık bıçaklar saplanıyordu. Kızlarını büyütürken yaşayacağı zorlukları düşündü. Bu düşünceler bir türlü aklından çıkmıyordu. Kızlarının yaşı daha ufaktı ama sürekli onların genç kız haline dönüşecekleri zamanı gözünde canlandırıyor ve o günler geldiği zaman "beni bugün sevdikleri gibi sevecekler mi?" türünden bir sürü sorunun cevabını bulmaya çalışıyordu. "Benimle arkadaş olacaklar mı? Benim kendilerine yol göstermeme izin verecekler mi? Beni acaba küçük görürler mi? Onların hayatlarına girmeme izin verecekler mi? Vermezlerse onları nasıl koruyabilirim?" gibi sorular aklından bir türlü çıkmıyordu. Keşke hep küçük kalsalardı. Büyümeselerdi hiç. Büyümelerinden çok korkuyordu. "Neden bu kadar korkuyorum büyümelerinden?" diye düşündü. Hiç değilse bu sorunun cevabını hemen bulmuştu. Korkuyordu çünkü ergenlik döneminde kendi babasıyla olan ilişkisi, güçlü bir ‘baba – oğul’ ilişkisi değildi. Kızlarıyla da aynı şeyleri yaşamaktan korkuyordu.

"Babam hayatımda olmadı ki" diye düşündü. "Herhalde bir babanın, oğlu ile yaptığı sıradan hiçbir şeyi beraber yapmadık. Futbol maçına beraber gittiğimizi, eğlenceli bir şeyler yaptığımızı, örneğin beraber bir sinemaya gittiğimizi hatırlamıyorum" dedi içinden. Babasıyla, bir kere bile dertleştiği, babasından tavsiye aldığı bir anısı olmadığını fark etti. Ne kendi sıkıntılarını anlatmıştı babasına, ne de onun dertlerini dinlemişti. İşte bu düşündükleri yüzünden korkuyordu kızlarının büyümesinden. Seyrettiği bir filmde duyduğu şu cümle geldi aklına. "İsteseler de istemeseler de, oğullar babalarıyla aynı kaderi paylaşmaya mahkûmdur."

Kendisi, babasıyla aynı kaderi paylaşmak istemiyordu. Babasının zor bir hayatı olmuştu. Aynı zor hayatı yaşamak istemiyordu. Kızlarıyla, babası ile sahip olduğu gibi bir ilişkisi olsun istemiyordu. Şu anda her attığı adımı kızları için atıyordu sonuçta. Onlar için her türlü fedakârlığı yapıyordu. Hep yanlarındaydı. 

O an duraksadı. Tekrar düşündü. Babası da her ne kadar onunla dertleşmemiş olsa da, onun için her türlü fedakârlığı yapmıştı. İyi bir eğitim alması, iyi insanlar ile tanışması, kültür sahibi olması için elinden geleni yapmıştı adamcağız. Sonra, babası ile yaşadığı çok eski bir an canlandı kafasında. Muhtemelen daha 10 yaşına bile basmadığı bir zamanda, lapa lapa kar yağdığı bir kış günü, babasının mantı almaya çıktığı ve eve getirip kendisine gülümseyerek gösterdiği kısacık bir anıydı bu. Bu anı daha öncede canlanmıştı kafasında. Fakat üstünde durmamıştı. Şimdi düşününce daha net hatırladı. Mantı, en çok sevdiği yemekti çocukken. "Evet, o karlı günde adamcağız ben mantı seviyorum diye hiç üşenmeden çıkıp mantı almıştı. Ne kadar mutlu olmuşum?" diyebildi içinden yutkunarak. Gözleri doldu. Sonra bir-iki anı daha canlandı kafasında. Üniversite denkliğini alabilmesi için babasının onunla Ankara'ya kaç kez geldiğini hatırladı. Babası okulu bitirmesi için, yurt dışında okuması için, maddi olarak hep zorlamıştı kendisini.

Sonra, babası ile yaşadığı kavgaları, babasını küçümsediği günleri, babasının hasta olduğu ve onunla ilgilenmek için yeterince çaba sarf etmediği günleri hatırladı.

Gözleri dolmuştu yine. Hatta artık ağlamaya başlamıştı. Aynı şarkı çalmaya devam ediyordu. Ama artık piyano ve mandolinin sesini duyamıyordu. Kendi ağlaması bastırmıştı bu iki mükemmel müzik aletinin sesini. Ağlıyordu çünkü içindeki boşluğu anlamlandırabilmişti. Esasında korktuğu, "Kızlarım büyüdükleri zaman benimle iyi bir ilişkiye sahip olacaklar mı?" sorusunun cevabından çok, "Benim babama yaptığım haksızlığı, bana yapacaklar mı?" sorusunun cevabıydı. Babasını çok özlemişti.

Şarkı bitti. Sessizlik oldu. O sessizlikte, "Ah babacığım, erken gittin bu dünyadan, seni gerçekten anlayabildiğim günü bekleyemedin" diye düşündü.