Pazartesi sendromu

İzel ROZENTAL Köşe Yazısı
9 Mayıs 2018 Çarşamba

Sonunda ben de emekliler kervanına katıldım. Kırk beş yılı aşan yoğun çalışma tempoma bu yılın başında ‘yettin artık’ deyip frene asıldım. Bir de güzel oh çektim!

Yapacaklarım var. Yok, öyle bahçede domates salatalık yetiştirmek ya da güneyde bir yerlere yerleşip balık tutmak değil niyetim. Daha çok gezmek, dünyayı tanımak, henüz göremediğim yerlere uzanmak, yemek yapmak... Keyif için resim hatta heykel yapmak... Ve daha bir sürü...

İlk iş evdeki çalışma masamı temizledim. Sonra nicedir gitmek istediğim bazı yerlere uzandım. Arabamı terk ettim, bolca yürümeye başladım, fotoğraf aşkım yeniden depreşti. Anlayacağınız gündelik yaşantımı ‘resetledim’.

Sonra bir pazar akşamı, televizyonun karşısına kurulmuş maç seyrederken, aniden içimde bir boşluk hissettim. Bir eksiklik vardı ama ne? Huzursuz oldum. Maçı izlemeyi bırakıp evin içinde turlamaya başladım. Oysaki maç iyi gidiyordu. Sıkıntımın nedenini bir türlü bulamıyordum.

Derken karım hızır gibi yetişti:

“Yarınki programın ne?”

“Hiç.”

“Nasıl yani, yarın ‘hiç’ mi yapacaksın?”

“...?”

O an kafamda şimşekler çaktı. Evreka! Meğerse ben ‘Pazartesi sendromumu’ yitirmişim! Yatılı okul yıllarımdan bu yana bütün pazar akşamlarını birlikte geçirdiğim, kırk küsur yıllık iş yaşantım boyunca beni hiç ihmal etmeyen, tatillerimde bile yalnız bırakmayan, pazar günleri hava kararmaya başlar başlamaz midemden kafama doğru yola çıkıp, hazır uğramışken kalbimi sıkıştıran, boğazımı kurutan, beynime ulaştıktan sonra bütün vücudumu zapt eden meşum duygu beni terk etmişti!

Tuhaftır, sevinmem gerekirken üzüldüm nedense.

Bir şeyler yapmalıydım. Sevgili ‘Pazartesi sendromumu’ yeniden elde etmenin mutlaka bir çaresi olmalıydı. Karikatür çizmek, kitap ya da makale yazmak beni kesmiyordu. Bunları aktif iş hayatımda da yapıyordum. Öyle bir şey bulmalıydım ki, pazartesi sendromum geri gelsin ve bir daha asla beni terk etmesin!

Günlerce kafa yormama rağmen çözüm bulamadım. Tam pes ediyordum ki, birden karşıma çıkmasın mı? Meğer o da bensiz yapamıyormuş!

Olay şöyle gelişti: Nisan ayının sonlarına doğru bir serginin açılışında Açık Radyo’nun her şeyi Ömer Madra ile eşi Meral Mutlu’ya rastladım. Aklım sıra hınzırlık yapacağım ya, RTÜK sayesinde zaten her daim tetikte olan Meral Mutlu’ya “Neden Açık Gazete’de karikatür yayınlamıyorsunuz?” diye sorma gafletinde bulundum. Meral lafı havada kapıp Ömer Madra’ya pasladı. Ama araya başka konular, başka kişiler girince, söz uçtu gitti...

Meğer Açık Radyo’da söz uçmazmış! Bu konuşmanın ertesinde, bir cuma sabahı arandım. Telefondaki kişi, Açık Gazete programının sunucularından Can Tonbil’di. “Pazartesi günü yeni yayın dönemimiz başlıyor, siz 9.50’de yayına giriyorsunuz” dedi. Bu kadar...

Bir çizer için en zor iş, sanırım kendi karikatürünü anlatmaktır. Ama daha zoru, “Bunu çizerek ne anlatmak istedin?” sorusunu cevaplamaktır. Bu ahretlik sorudan yırtmanın tek yolu, “Valla ben ne çizdiğimi biliyor muyum?” deyip olay mahallinden hızla uzaklaşmaktır. Şalom’da çizen bir karikatürcünün sıkça başından geçen bir olaydır bu.

Peki, kendi karikatürlerimi anlatmayınca ne yapacaktım? Tek çare hafta boyunca basında ve internet ortamında yayınlanan karikatürleri izlemek ve onlardan minik bir seçki sunup dinleyicilere anlatmak... İşin zorluğuysa seçimde değil, anlatımda.  Hoş bir fıkranın kötü anlatımına şahit olmuşsunuzdur mutlaka. Önce havada soğuk bir rüzgâr eser. Anlatan da, dinleyenler de donar kalır. Ardından fıkrayı anlatan kişi, anı kurtarmak için “Espriyi anladınız değil mi?” diyerek koca bir kahkaha koyverir, diğerleri de nezaket icabı gülüverirler. Radyoda karikatür anlatmak tam da bu. Karikatürü kimse görmediği gibi yüz ifadenizle de dinleyiciyi etkileyemezsiniz. “Ee? Ne işin vardı da karikatür anlatmaya soyundun?” diye sormayın. Dedim ya, Pazartesi sendromumu kaybetmiştim, o da gelip beni buldu işte!