Savaşın yitik çocuğu: MARTiN KAPEL

Holokost’ta hayatta kalabilmek için ailesinden ve yaşadığı Almanya’dan ayrılmak zorunda kalan küçük bir çocuğun hikâyesi.

Sara YANAROCAK Perspektif
11 Nisan 2018 Çarşamba

Martin Kapel 1930 yılında Almanya’nın Leipzig şehrinde doğdu. Ailesi Polonyalı olduğu için kanunlara göre hem Polonya, hem de Alman vatandaşlığı vardı. Bu Martin’in hayatını önemli ölçüde etkiledi.

Martin’in babası, henüz çok genç bir delikanlı iken Polonya’yı terk edip Almanya’ya yerleşmişti. Annesinin ailesi de benzer bir şekilde çocukları henüz çok küçükken Polonya’yı terk edip Almanya’ya yerleşmişlerdi. Aile Polonya’dan çıktıklarında önce 1923 yılında Fransa’nın Strasburg şehrine yerleşti. İki genç orada tanışıp evlendiler ve ardından Almanya’ya geçip Leipzig’e yerleştiler. Daha sonra Martin ve kız kardeşini dünyaya geldi. Martin çok dindar, Ortodoks bir aile yapısı içinde büyümüştü. Her iki ailenin de büyükleri Hasidik’di. Gerçi ebeveynleri çok dindar değildi ancak evlerinde her türlü Yahudi bayramı ve geleneği gereğince uygulanırdı. Aile Leipzig’de Yahudilerin çok yoğun olduğu bölgede yaşamadı; özellikle ticaret hayatının yoğun olduğu bir bölgedeydiler. Aile varlıklı değildi. Martin henüz beş yaşındayken babası öldü. Martin, altıncı doğum gününden biraz önce ilkokula başladı. Bu dönemde Nazi Partisi yükselişe geçmişti. Martin o dönemlerde, üzerlerindeki Nazi etkisini çok iyi anımsıyor. Onun için gerçek değişim 1938 yılında başladı. O yıl, Nazi yönetimi Yahudi çocuklarının artık Alman okullarına gitmesini yasakladı. Örneğin okulda Nazi bayrağı ile yapılan törenlerde öğretmenin kasten ve kırıcı olmadan, Martin’in bu Nazi propagandası törenlerine katılmasını hiç istemezdi. Martin 1930’larda başlayan bu Nazi propagandası törenlerine şahit olduğunu çok iyi hatırlıyor. 1938 yılında Yahudi çocuklarına Alman okullarında okuma yasağı gelince, Martin okulundan ayrılıp, bir Yahudi okuluna kayıt oldu. Bu okul evinden oldukça uzaktı, üstelik şehrin her tarafından gelmek zorunda kalan Yahudi çocukları yüzünden sınıflar çok kalabalıktı. Martin oradayken, öğretmenlerin ve velilerin korku ve endişelerini çok iyi anımsıyor. Üstelik her gün evden okula gidip gelirken ne kadar çok yorulduğunu unutamıyor.

Tren yolculuğu

1938 yılının bir sabahında, henüz çok erken bir saatte Martin ve ailesi, kapının sertçe çalınmasıyla, korkuyla yerlerinden sıçrayarak uyandılar. Annesi kapıyı açınca, bir Nazi askeri içeriye daldı ve derhal giyinmelerini, kendisiyle gelmelerini emretti. Seslerini çıkarmadan çarçabuk giyindiler. Yanlarına değerli hiçbir şey alamadan yola koyuldular. Birkaç sokak ilerideki polis karakoluna götürülüp, beklemeleri söylendi. Hiç kimse ne olup bittiğini anlatmıyordu. Sonunda kapıya bir otobüs yaklaştı; bindiler ve tren istasyonuna götürüldüler. Trenin önünde müthiş bir kalabalık vardı, bazıları da trene binmişti. Hiç kimse hâlâ nereye götürüleceklerini bilmiyordu. Tren hareket ettikten sonra, bazıları trenin kapılarının kilitli olduğunu fark etti. İsteseler de dışarı çıkamazlardı. SS Gestapoları, Alman polisleri kaçmaya yeltenenlere ateş edip oracıkta öldürüyordu. Tren birçok istasyonda durarak, içeriye yeni yolcular dolduruyor, doğuya doğru ilerliyordu. Artık herkes olanları ve nereye götürüldüklerini anlamışlardı. Sonunda karanlık çöktüğünde, tren küçük bir istasyonda durdu. Herkesin dışarı çıkması emredildi. İnsanları sıralara soktular. Her sıranın sonunda bir SS vardı. Hep birlikte yürüyerek küçük kasabayı geçtiler ve bir ormana girdiler. Martin bu insan sıralarını tasvir ederken aralarında küçük çocukların, ihtiyar insanların, bebeklerini kucaklarında taşıyan annelerin, hastanelerden çıkartılan ağır hastaların, o kesif karanlıkta, ormanda nasıl zorluklarla ilerlediklerini anlatıyor. Martin o sırada her şeye rağmen, kendini şanslı sayıyor. Çünkü annesi ve kız kardeşi ile birlikte. Bazıları okuldan tek başına alınmış, bazısı işinin başındayken tutuklanmış. Ailelerinin nerede oldukları belli değil.

Polonya’ya varış

Sonunda gruplar bir tren rayının yanında durduruldu. İnsanlar artık yürüyemeyeceklerini söylese de SS subayı, “Durmak yok, yola devam!” diye bağırıyordu. Tren yolu boyunca yürümeye devam ettiler. İçlerinden bazıları sendeleyip yere düşüyor, karanlıkta yürüyenlerin ayakları altında kalıyordu. Sol taraflarında bazı ışıklar geliyordu. Sürülmüş tarlaların arasından geçip bir köye götürüldüler. Bir süre sonra yanlarına Polonya polisleri ve askerleri gelince, Polonya’da olduklarını anladılar. Aslında bu sürgün tamamen Almanlar tarafından ayarlanmıştı, Polonya hükümetinin hiçbir bilgisi yoktu. Bu olay tarihe ‘Polenaktion’ olarak geçiyor.

Martin, annesi ve kız kardeşi o kargaşa içinde oradan uzaklaşmayı başardılar. Krakow’da yaşayan yakın akrabalarına ulaşabilmek için yola koyuldular. Şans eseri, hiç kimse onların uzaklaştıklarını fark etmedi. Krakow’da akrabalarını bularak bir süre onlarda kaldılar, ardından başlarını sokacak bir oda kiraladılar. Bu şekilde sekiz ay yaşadılar. Akrabaları onlarla birlikte olmaktan çok memnundu ama Polonya hükümeti bunu tabii ki onaylamıyordu. Onları Almanya’dan kovulmuş, yasa dışı göçmenler olarak görüyordu. Martin onların nefret ve kinlerini, aşağılamalarını çok iyi hatırlıyor. Antisemitizm her yerde kendini açıkça belli ediyordu. Ama yine de Krakow’un Yahudi bölgesine sığınmak zorundaydılar.

Orada geçen sekiz aydan sonra, Martin ve ailesi bu defa da, başka akrabalarının yaşadığı küçük bir köy olan (Ştetl) Brzesko’ya gittiler. Oradaki akrabaları tam olarak Hasidik bir yaşam sürdürüyordu. Aileden tek bir kişi çalışıyor, geriye kalan herkes bütün gün dua edip, Tanrı’ya ibadet ediyordu. Martin’in amcalarından biri dini yargıçtı. Aileler arasındaki anlaşmazlıklar için kurulan mahkemelerde yargıçlık (Dayan) yapıyordu. Ayrıca evlerde yenilen etlerin kaşer olup olmadığını kontrol ediyordu. Köy çok ilkel, insanları çok yoksuldu. Benzinleri ve suları yoktu. Yakınlardaki bira fabrikasının sayesinde jeneratörü kullanıyorlar ve ışığa kavuşuyorlardı. Martin Polonya’daki bu hayatı yaşama fırsatını bulduğu için, her zaman kendini ayrıcalıklı hissediyor. Çünkü bütün bu hayatlar ve yaşama biçimleri, Holokost’ta tamamen yok edildi.

Kindertransport 
ile İngiltere’ye

Martin’in annesi, Almanya’da uygulanan ve Yahudi çocukların ülkeden çıkarılmasına izin verilen ‘Kindertransport’ kanunundan yararlanarak, Alman vatandaşı olan çocuklarını İngiltere’ye gönderebilmeyi başarmıştı. İki kardeş bu kanundan faydalanarak İngiltere’nin Coventry şehrine gittiler ve koruyucu bir ailenin yanında yaşamaya başladılar. Önce trenle Krakow’a, sonra Varşova’ya ve ardından Gdinia’ya gittiler. Oradan bir gemiye bindiler. Cuma akşamına az kalmıştı. Hemen gemilerine binip Şabat başlamadan dualarını ettiler. Artık esas yolculuk başlamıştı. Gemi Kiel Kanalından geçip, Elbe Nehrine girmiş ve sonra Kuzey Denizini geçip, Londra’ya varmıştı. Limanda koruyucu aileleri onları karşıladı. Hep birlikte trenle yaşadıkları Coventry şehrine akşam olmadan vardılar.

Martin o sırada sadece sekiz yaşında olduğu için, çok sinirli ve korkulu zamanlar yaşadığını anlatıyor. Yanında annesi yoktu, çok mutsuz ve tedirgindi. Tek kelime İngilizce bilmiyordu. Etrafındaki hiç kimse de Almanca ve Yidiş bilmiyordu. Bu nedenle insanlarla konuşamıyordu. Karşılaştığı kültürel farklar da onu şaşkınlığa düşürüyordu. Dindar bir Yahudi ailesinin ev hayatı ile işçi bir İngiliz ailesinin yaşamı, değerleri ve davranışları hiçbir şekilde örtüşmüyordu. Martin kız kardeşiyle aynı evdeydi ama ikisinin olaylara ve davranışlara karşı tepkileri tamamen zıttı. Kendisi uyumsuzluk gösterirken, kardeşi bu yabancı ortama daha çabuk uyum sağlamıştı. İngiltere’de, ikinci haftada, Martin yakınlardaki bir okula gönderildi. İki hafta kadar sonra, yaz tatili başladığı için okul kapandı. Tatil sırasında savaş patladı. Almanların hava saldırıları sırasında, okul binasının büyük bir bölümü sığınak olarak hazırlandı. Ayrıca oyun oynayacakları bölüm ise ambulans istasyonu haline getirilmişti. Tatil boyunca Martin birkaç çocukla arkadaş olmuş ve yavaş yavaş İngilizce öğrenmeye başlamıştı. Okul açılınca az da olsa İngilizce konuşuyordu. Birkaç ay içinde sınıftaki arkadaşlarıyla iyi ilişkiler kurmayı başardı. Martin okulunda asla antisemitizm ile karşılaşmadı; okul dışında da nadiren maruz kaldı.

1940 yılının sonbaharında, İngiltere’ye hava saldırıları başladı. Sivil halk çok zor zamanlar yaşıyorlardı. 14 Kasım 1940 tarihindeki, bombardımanların en kötüsüydü. Martin ve koruyucu ailesi merdivenlerin altındaki kilere saklanmak zorunda kaldı. Yaşadıkları evin kapıları, pencereleri bombardımandan büyük zarar gördü. Bir sonraki hava saldırısında ise havagazı boruları, elektrik ve su tesisatları havaya uçtu. Açık olan lağımlar ve susuzluk yüzünden tifo salgını başladı.

Martin’in annesi, o sıralarda Fransız vizesi almayı başarmış ve Polonya’dan Fransa’ya kaçmıştı. Hayatta kalmayı başardı. Ancak ayrılık nedeniyle yaşadığı travma yüzünden, Martin bir daha annesiyle asla gerçek bir yakınlık kuramadı. Polonya’daki bütün ailesi öldü; hiç kimse hayatta kalamadı.

Marjorie ve Arnold Ziff Cemiyetinin merkezinde bulunan Anılar Kitabında Martin’in ailesine ayrılmış sayfadaki listede onun 22 yakın akrabasının adı kayıtlı bulunuyor.