Bir !f istanbul daha geride kaldı

Erdoğan MİTRANİ Sanat
7 Mart 2018 Çarşamba

Sıra dışı belgesellerin yer aldığı ‘aşk başka bir dünya’ bölümünde yer alan ‘The Work / Terapi’, bir Kaliforniya hapishanesinde yaşanan bol çalkantılı grup terapi sürecine yakın plan, duygulu ve güçlü bir bakış getiren, erkeklik üzerine düşünmemizi öneren çok ilginç bir film imiş. Yoğun programımda ‘keşif’ bölümünde izlediğim Pedro Pinho’nunA Fábrica de Nada / Hiçlik Fabrikası’sı ile çakıştığından izleyemediğim ‘Terapi’ çok beğenilen bir film oldu. Bulursanız kaçırmayın derim.

Aynı bölümde izlediğim ‘Tanrı Uyuduğunda’, gitarı ve şarkıları ile teokrasi, yoksulluk, sosyal adaletsizlik ve sansüre karşı mücadele eden, hakkında çıkarılan ölüm fetvası ve başına konan 500 bin dolar ödülle Rock müziğin Salman Rüşdi'sine dönüşerek yaşamını Almanya’da sürdüren İranlı müzisyen ve şair Şahin Najafi ile ilgili bir belgesel. Ne yazık ki yönetmen Till Schauder, karakterin ilginç öyküsüne odaklanırken kişinin derinliklerine inemeyen dümdüz bir iş çıkarmış.

Buna karşın, 1979 doğumlu Sırp yönetmen Mila Turajlic, ‘Druga Strana Svega / Her Şeyin Diğer Yanı’ adlı filminde, muhalif ve aktivist annesi efsanevi Srbijanka Turajlic’in kişisel tarihinden yola çıkarak, arşiv görüntüleri ve annesiyle yaptığı sert mülakatlar aracılığıyla dokunaklı ve akıldan çıkmayacak bir tanıklık ortaya koyuyor. Yıllar boyu kilitli kalmış kapıların aracılığıyla, Sırbistan'ın yakın tarihine, günümüzde de devam eden bireysel ve kolektif travmalarına bölünmüş alanlar üzerinden anlamaya/anlatmaya çalışıyor.

Düşle gerçek arası benzersiz çalışmaların yer aldığı ‘oyun’dan,  1971 Japonya doğumlu ressam, heykeltıraş, Takahide Hori’nin, nerdeyse her şeyini yaptığı ilk uzun metraj stop motion filmi ‘Junkhead / Çöp Kafa’ apokaliptik bir dünya yaratan gerçeküstü, karanlık ve aynı zamanda oldukça eğlenceli bir film. Tek kusuru bütün ilk filmlerdeki gibi bir tek filme her şeyin sığdırılmaya çalışması ve öyküsünü 115 dakikalık süresinde bile sonlandıramayışı.  

Aynı bölümden Shojiro Nishimi’nin Fransız çizer Guillame Renard'ın merakla beklenen kendi işlerinden uyarladığı ‘Mutafukaz’ anime ve animasyon tekniklerini harmanlayan bir distopya. İlginç ama Renard'ın Fransız ukalalığıyla giderek can sıkıntısına dönüşen bir iş. 

‘Oyun’un en ilginç filmi, pagan zamanlarında Estonya'nın bir köyünde kurtların, vebanın ve ruhların kol gezdiği bir köyde geçen ‘November / Kasım’, 1969 Estonya doğumlu Rainer Sarnet’in hiçbir şeyin tabu olmadığı, en büyük sorunun soğuk ve zorlu geçen kara kış olduğu bir köyde geçen filmi fantastik ile kati gerçekçiliği zekice harmanlayan, nefes kesici siyah beyazıyla görsel bir şölen.

Gökkuşağı bölümünde ünlü İsveçli hip-hop sanatçısı Silvana İmam ile ilgili ‘Silvana’ ve 1980’lerde, Bruce LaBruce ve G.B. Jones’in başlattığı, var olmayan bir kuir kontra-kültüre özlemin öyküsü ‘Queercore: How To Punk A Revolution’ son derece ilginç iki belgesel.

Finlandiya'nın önde gelen yönetmenlerinden Dome Karukoski’nin ‘Tom Of Finland’ı, bu isimle tanınan, bir dönemin kültürel ikonlarından Touko Laaksonen'ın hayat hikâyesini anlatıyor. Karukoski'nin bol ödüllü filmi, efsanevi çizimlerin arkasındaki adamın, İkinci Dünya Savaşı'nda askerlik yaptıktan sonra evine döndüğünde cinsel kimliğini gizlemek zorunda kalan, çizimlerine ulaşan Amerikalı bir yayıncı sayesinde Los Angeles’e giden, burada nihayet özgürlüğüne kavuşan ve kendini karşı kültürün göbeğinde bulan ve bir ikon haline gelen Laaksonen'ın öyküsünü bence fazla klasik hatta sıradan bir sinema diliyle anlatıyor.

İlginç tarafı özgürlükçü bildiğimiz bir toplumun yalın geçmişindeki bağnazlığın ve tutuculuğun başarıyla aktarılmış olması. 

Bölümün en ilginç filmi 1978 Güney Afrika doğumlu John Trengove'un ilk uzun metrajı ‘Inxeba / Yara’. Film bir yanda bir belgeselci titizliğiyle, Xhola geleneklerine göre sünnet olmak ve ergenlik törenleri için kurulan bir kampta genç erkekleri, sünnet anından fiziki ve manevi gelişmelerinin tamamlanmasına kadar izlerken diğer yandan da bu eril ve şiddet dolu ortamda, rehber olarak gelen Xolani ile Vija arasındaki yasak eşcinsel ilişkiye odaklanır.

Erkeklik, cinsellik ve Afrika'nın gelenekleriyle bugünkü değerleri arasındaki çatışmayı güçlü bir şekilde ele alan, çarpıcı bir film.

“!f yeni”, Türkiye'den ve Türkiyelilerden, bu coğrafyadan ve bu coğrafya hakkında yeni sinemanın alanı.

Bolu doğumlu yazar ve yönetmen Emre Erdoğdu’nun yazıp yönettiği ‘Kar’, Antalya'nın arka sokaklarında geçen ve genç oyuncularının doğallığıyla dikkat çeken bu gençlik hikâyesi. if seyirci ödülünü kazandığı için yakında CGV arthouse’larda vizyona girecek.

Bu doğallık, Deniz Torum ve Can Eskenazi’nin ‘Anadolu Turnesi’ adlı belgeselinde heyecan verici boyutlara ulaşıyor. Film Amatör bir rock grubunun, çok sevdikleri enstrümantal indie müziği paylaşmak için 2014’de çıktıkları, Türkiye'nin farklı şehirlerini kapsayan, karşılarına çıkan her türlü mekanda konser verdikleri turnenin öyküsü.

Grubun genç üyelerinin gözünden çekilen film, bir yandan bu gençlerin tutkuların, sıkıntılarına, heyecanların odaklanırken, bir yandan da Türkiye’nin içinden geçtiği önemli bir tarihi dönemeci esprili bir bakışla irdeliyor.

!f izleyicilerinin Ali Kemal Çınar üzerinden tanıştıkları heyecan veren Diyarbakır merkezli bağımsız sinema ekolünün son örneği ‘Cano’, 1976 Nusaybin doğumlu Mehmet Salih Demir’in yazıp yönettiği bir film. Görüntü yönetmenliğini Ali Kemal Çınar’ın yaptığı film, arkadaşı Cano ortalıktan yok olunca, etrafındakilerin umursamazlığı yüzünden ne olduğunu tek başına çözmeye çalışan İbrahim'in öyküsü. Giderek bu arayış, İbrahim'in Cano ile özdeşleşerek kendi sorunlarını Cano üzerinden çözme çabasına dönüşür. Zeki, samimi, izleyiciye kolay ulaşan etkileyici bir çalışma.

Geldik gece yarısı sineması ‘Karanlık & Köşeli’ye..  

Miami doğumlu yazar ve yönetmen S. Craig Zahler’in Venedik'te yarışan son filmi ‘99. Blok’, uyuşturucu kuryeliği yaparken, yanlış giden bir iş sonucu kendini vahşi hapishane dünyasında bulan eski bir boksörün öyküsü. En büyük kozu uzun zamandır görmediğimiz Vince Vaughn'ın dört dörtlük performansı.

Bütün anne ve babalar çocukları için canlarını vermeye hazırdır genelde. Ta ki, bütün dünyada anne ve babaların çocuklarına saldırdığı, onları canavarca öldürdüğü bir salgın başlayana kadar. Brian Taylor'ın, çekirdek aile ve anne babalık kavramlarını en absürt şekilde sorguya çektiği ‘Mom and Dad’  böyle bir öyküyü kara komedi kalıplarında anlatıyor. Başrollerde, çılgına dönmüş anne baba olarak Selma Blair ve Nicolas Cage, filmi başarıyla götürüyorlar. Ancak, kısa veya orta metraj bir filmi keyifle dolduracak hikâye iki saate uzatılınca, kendini tekrarlayan, fazlasıyla sarkan bir yapıya dönüşüyor.

Buna karşın, Jean-Stephane Sauvaire'in Tayland'ın en ünlü hapishanelerinden birinde üç yıl hapis yatmış genç İngiliz boksör Billy Moore'un anılarından uyarladığı ‘A Prayer Before Dawn’ iki saate yakın süresine karşın soluk soluğa izlenen bir film. Tayland'da gerçek bir hapishanede, gerçek mahkûmlarla çekilen bu son derce ilginç filmin sonunda, gerçek Billy Moore da, genç Billy’nin babası olarak görünüyor.

!f'in klasikleşen 'kült' bölümü bu yıl yenilenmiş kopyalarıyla distopik, karanlık ama eğlenceli üç bilimkurgu ve punk klasiğini sunuyor.

Lizzie Borden'ın birçok tekniği bir araya getirdiği, ABD’yi barışçıl bir devrimden 10 yıl sonra, sosyalist bir hükümetin yönettiği dönemde geçen feminist bilimkurgusu ‘Born in Flames / Ateşlerde Doğmak’ (1983)  hem sinemasal vizyonuyla hem de zamansız politikliğiyle hiç eskimemiş bir film.

Aynı zamanlarda çekilen ‘Kamikaze 1989’ (1982) ise, hem sinema dili hem de öyküsüyle devrini iyice doldurmuş bir sinemanın örneği. Erken ölümünden (intiharından?) önce son kez ekranda oyuncu olarak gördüğümüz Rainer Werner Fassbinder ve Leopar desenli giysileri bile kurtaramıyor.

Derek Jarman’ın 1975 tarihli distopik punk çılgınlığı ‘Jubilee’ 40 değil 140 yıl sonra bile taptaze kalacak, zamanın ötesinde müthiş bir film.

Yeni festivallerde buluşmak üzere hepinize iyi seyirler dilerim.